Yüzde 50+1 için Rekabet, Otoriterlik Üretir mi?
İttifaklar ve siyasi partiler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle birlikte şekillenen yeni siyasi alanda seçim kazanmak için toplumun çok geniş kesimlerine yönelik siyaset üretmeleri gerektiğinin farkındalar.
Doç. Dr. Nebi MİŞ & SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü
Cumhurbaşkanı yüzde 50+1 ile seçilecek. İktidar ve muhalefet açısından bu kolay ulaşılabilecek bir oran değil. Partiler ve ittifaklar bunun farkında. Erdoğan bu oy oranına bir çok kez ulaştı. Hatta bu oranın üzerine çıktı. Ancak, 2023’i dikkate aldığımızda 21 yıldır iktidarda olan bir parti için bu oranı tekrar tekrar tutturmanın ne kadar zor olduğu da bir gerçeklik. Yine de en azından bugüne kadar bu oy oranlarına ulaştığı dikkate alındığında Erdoğan’ın muhalefete göre avantaja sahip olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Erdoğan sıradan bir parti genel başkanı değil. Bugün dünyadaki liderler arasında en öne çıkanlardan biri. Bunun böyle olduğunu küresel alanda yürüyen tartışmaları göz ucuyla takip eden birisi bile kolaylıkla tespit eder. İstanbul seçimlerini de sayarsak bugüne kadar 16 kez toplumdan görev onayı almış bir siyasetçi.
Seçim rekabetinin çok sert geçtiği bir ülkede 21 yıl iktidarda kalmak ve sürekli seçmenden onay almak kolay değil. AK Parti’nin seçimlerin bir çoğunda da demokrasi dışı farklı direnç odakları ile mücadele ederek seçimlerden başarı ile çıktığını da buraya eklemek gerekir. AK Parti, 2002 seçimlerini kazandığında, 1989’dan itibaren yapılan her seçimden farklı bir partinin birinci çıktığını hatırlatalım. Bu şu demek: Seçmen, 2002 seçimlerine kadar sürekli bir lider arayışı içindeydi. Söz konusu tarihten itibaren ise yeni bir lider arayışına girmedi. AK Parti ilk seçimlerde, 41,4 milyon seçmenden sandığa giden 32,7 milyon seçmenin 10,8 milyonunun oyunu almıştı. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan, 59,3 milyon seçmenden sandığa giden 51,1 milyon seçmenin 26,3 milyon oyunu alarak kazandı. 2023 seçimlerinde yaklaşık seçmen sayısı 64 milyon olacak. Katılım oranına bağlı olarak değişmekle birlikte, son seçimlere katılım oranı dikkate alındığında ve 56 milyon civarında bir seçmenin sandığa gideceği varsayıldığında, yüzde 50+1’e ulaşmak için yaklaşık 28 milyon oy alan aday cumhurbaşkanı seçilebilecek. 64 milyon seçmenin 23 milyonunun AK Parti döneminde siyasi alana katıldığını belirtelim. Bu kümenin içinde 18-26 yaş aralığında olan genç seçmen sayısı 12 milyon. Bu rakam toplam seçmenlerin yüzde 18,8’ine tekabül ediyor.
İttifaklar ve siyasi partiler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle birlikte şekillenen yeni siyasi alanda seçim kazanmak için toplumun çok geniş kesimlerine yönelik siyaset üretmeleri gerektiğinin farkındalar. Seçmen de bu süreçte verdiği oyun ne kadar değerli olduğunun bilincinde. Bu durum, demokrasi açısından fevkalade olumlu bir gelişme. Toplumun merkezini hedeflemeyen, elit siyaseti ve siyasi mühendisliklerle ve farklı çıkar gruplarının desteği ile seçim kazanılamayacağı gerçeği yeni siyasal alanın en büyük kazanımlarından. Bu bağlamda, muhalefet çevrelerinin, sırf bu yeni siyasi gerçekliği perdelemek için “rekabetçi otoriterlik” ya da “seçimli otoriterlik” söylemlerine çok da tav olmaya gerek yok. Tarihsel olarak rekabetçi seçimler, halkın iradesinin sandığa yansıması yoluyla demokrasinin işletilebildiği en önemli dinamiklerden biridir. Mevcut Türkiye gerçekliğinde, “seçimli otoriterlik”, ya da “rekabetçi otoriterlik” tanımlaması, halkın iradesini küçümseyen tarihsel bir ezber ve duruşun neticesidir.
Geçmişe doğru gidildiğinde halkın oyları ile seçilen hükümetleri tasvip etmeyen çevreler, toplumun eğitim seviyesini ve değerler dünyasını sorunsallaştırarak seçmenin demokratik olgunluğa hazır olmadığını iddia ederlerdi. Seçmenin tarım toplumu özelliklerinden kurtulamadığını, eğitim seviyesinin düşük olduğunu, dolayısıyla da “aydınlanmamış” bir kitlenin yanlış tercihte bulunduğunu söyleyerek milli irade karşıtlığına düşmekten çekinmezlerdi. Bu argümanları desteklemek için de sağ partilerin seçim kazanmasını, “dinin siyasete alet edilmesi” gibi yanlış bir sloganik cümleye kadar indirgerlerdi. 2021 yılı itibariyle, 85 milyon nüfusun sadece yüzde 16’sı, nüfusu 20 bin ve aşağısında olan yerleşim yerlerinde yaşıyor. Türkiye nüfusunun yüzde 52’si, yani yarıdan fazlası 11 büyükşehirde ikamet ediyor. Türkiye’de eğitim seviyesinin son yıllarda giderek yükseldiğini de yeri gelmişken vurgulayalım. Dolayısıyla, gelinen süreçte eski argümanlar işe yaramadığından siyasi alanın ve seçmen iradesinin meşruiyetini küçümsemeye yarayan yeni kavramsallaştırma “aydınlanmamış seçmen” yerine “seçimli otoriterlik”tir. Seçmen doğrudan hedefe konamayacağı için onların seçtikleri hedef tahtasına oturtulmaktadır.
Seçimlere bir yıl kaldı. Seçim sürecine girdik. Erken seçim olmayacak. Sistemi, “otoriterlik” gibi kavramlar üzerinden eleştirmek, siyasi bilinci fevkalade yüksek seçmenin desteğini kazanacak siyaset üretmekten daha kolay olduğu için bu yollara tevessül ediliyor. 2023 seçimlerinde seçmenler, AK Parti ve Erdoğan siyasetini bilerek seçimlere gidecek. Muhalefet hakkında ise yerel yönetim performansına ve son beş yıllık dönemdeki ortak aday arayışında ortaya koyduğu siyaset tarzına bakarak bir kanaate varmaya çalışacak.
Muhalefet partileri 2018 yılından bugüne seçimlere bir yıl kalmasına rağmen hala ortak bir adayda ittifak edemedi. Ortak bir siyasi program ortaya koyamadı. Siyasetsizliği bir siyaset yapma tarzı olarak benimsedi. Dört yıllık sürede kendi tabanını önce erken seçim gündemi ile meşgul etti. CHP ve İyi Parti’nin öncülük ettiği Millet İttifakı, bu sürede AK Parti’den ayrılanlara epeyce bir yatırım yaptı. HDP’yi küstürmemek için her yolu denedi. Saadet Partisi ile özel ilgilendi. Bunları yaparken dört yıl boyunca soyut bir çerçeveden ibaret olan sadece Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem tartışmaları ile süreci yönetmeye çalıştı. Seçmenin önüne alternatif bir program koymadı. Ülkenin önemli meseleleri ile ilgili politikasının ne olduğu sorulduğunda “üzerinde çalışıyoruz” diyerek süreci yönetmeye çalıştı. CHP ve İyi Parti, AK Parti’ye karşı aktörleştirmeye çalıştığı siyasi parti başkanları ile masaya oturduğunda, pazarlık siyasetinin hiç de umduğu gibi gitmediğini gördü.
Dört yılda, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem söyleminden başka ortaya bir proje koyamamış muhalefet partileri, bu bir yıl içinde seçmenin önüne önce başkan adayını, ardından seçimleri kazanması halinde 6+1 yani en az 7 partiden oluşan bir koalisyonla ülkeyi nasıl yöneteceğini ve dış politika, ekonomi, güvenlik, eğitim, sağlık, tarım gibi onlarca başlıkta nasıl bir siyaset izleyeceğini ortaya koyacak. Kuşkusuz, ortak bir adayda bu kadar çabaya rağmen hala anlaşamayan bir ittifak yapısının diğer konularda yürüteceği müzakerenin çok uzun süreceğini kestirmek zor değil. Aslında seçimlere kadar sadece aday ya da adaylar belli olacak. Çünkü adaysız seçimlere gidilemez! Diğer başlıklar bugüne kadar yapıldığı gibi genel açıklamalar ve bir takım hususların maddeler halinde sıralanmasından ibaret kalacak.
Tabii tüm bu süreci izleyen seçmenlerin şöyle bir soru sorma hakları var: İyi de siz muhalefette iken bir ortak adayı belirlemek için aylarca müzakere ediyorsunuz. İttifakımıza zarar gelmesin diye bir çok konuda açıklama bile yapamıyorsunuz. Aranızda işbirliğinden çok derinlerde yürüyen yoğun bir rekabet var. Kazara iktidara gelseniz böyle bir yapı ve anlayış ile ülkeyi nasıl yöneteceksiniz? Örneğin, ülkenin acil bir sorunu için karar alacağınızda kaç toplantı yapmanız gerekiyor? Bunun makul süresi ne kadardır?
CHP’nin öncülük ettiği muhalefet partilerinin başkanlık sistemine karşı çıkmasının en önemli nedeni, yüzde 50+1’e ulaşmanın zorluğunu bildikleri içindi. Seçmen kümelerinin çoğunluğunun sağ seçmenlerden oluşması bu zorluğun en önemli dinamiklerinden biriydi. CHP, çok uzun süre bu seçmen kümelerine yönelik karşıt siyaset izlediği için, siyasetini dönüştürmenin ve bu seçmen gruplarını ikna etmenin zor olduğunun farkındaydı. Şimdi yanına aldığı sağ siyasal yelpazedeki partilerle sağ-sol ayrımını anlamsızlaştırmaya çalışıyor. Ancak, sadece birkaç sağ parti ve sağ siyasetin içinden çıkmış siyasi aktörü yanına almanın yetmediğini de görüyor. Ekonomik sorunlara rağmen seçmenin bir türlü AK Parti’den kopmadığını da görünce, CHP’li siyasetçiler öfkelerini AK Parti tabanına yöneltiyorlar. Yüzde 50+1 siyasi alanın en önemli belirleyicisi. Her parti bunu bilerek siyaset yapmak zorunda. Ancak, yüzde 50+1’e siyaset üretmek ve bu kadar büyük bir kitlenin oyunu almak da hiç de kolay değil. Erdoğan’ın kazandığı seçimlerin meşruiyetini, “seçimli otoriterlik” söylemleri ile eleştirenler bugünlerde bu oy oranlarına ulaşmanın ne kadar çaba gerektirdiğini deneyimleyerek öğreniyorlar.
[UHA Haber Ajansı, 15 Haziran 2022]