Ne İsa’ya ne de Musa’ya yâr olabilmiş bir aydın: Nuray MERT
Ülkemizde eleştiri ve muhalefetin hiç yeri olmayan 1950 öncesini ve daha önceki tarihi geçmişimizi bir yana bıraksak bile, iyi kötü demokrasi ile tanıştığımız yaklaşık 75 yıldan bu yana da eleştiri ve muhalefete demokrasinin ruhu gereği hoşgörü gösterememiş, tahammül edememişiz. Bu yüzden demokrasi tarihimiz boyunca bir defa bile 1. lig demokrasiler arasına yükselememişiz. Çünkü bu ülkeyi yönetenler eleştiriden hep korkmuşlar; eleştiri ve muhalefetin en haklı, en uyarıcı, en dostça olanına bile anlayışla, hiç değilse tahammülle yaklaşamamışlardır
Bu yazıda tek bir örnek üzerinden, yazar ve akademisyen Nuray Mert’in muhalifliği özelinden tezimizi sürdüreceğiz.
Nuray Mert gerçekte ne İsa’ya ne de Musa’ya yâr olabilmiştir. 28 Şubat sürecinde türban yasağına karşı özgürlük ve demokrasi adına ödünsüzce direndiğinde, dindarları köşeye sıkıştıran katı laiklik uygulamalarını kıyasıya eleştirdiğinde dindar/muhafazakâr kesimlerin kalbinde taht kurmuştu. Atatürkçü/laik kesim de onu bir kaşık suda boğacak kadar öfke duyuyordu. Nuray Mert’in 2000’lerin başından, yazdığı her yayın organından ayrılmak zorunda kaldığı 2015’lere kadar yazdıkları ise mevcut iktidarın ve ona oy vermiş bazı kesimlerin hiç hoşuna gitmiyordu, ama iktidarı eleştirdiği için laiklerin destek ve takdirlerine muhatap oluyordu. Nuray Mert aslında ne birilerini kışkırtmak ne de birilerini memnun etmek için yazıyordu. O sadece doğruluğuna yürekten inandığı şeyleri yazıyordu. Onun eğilip bükülmek tabiatında biri olmadığı bir türlü kabul edilmek istenmedi. Nuray Mert bu topraklarda yetişen az sayıdaki yürekli, vicdanlı, inançlı, entelektüel donanımı yüksek aydınlardan biridir.
Nuray Mert’in 2016-17’lere kadar Milliyet’te, Hürriyet’te ve son olarak da yazılarına re’sen son vermelerine kadar Cumhuriyet’te yazdıkları ise hem iktidarın ve ona oy vermiş bazı kesimlerin hem de radikal laik ve Atatürkçülerin hoşuna gitmiyordu.
Nuray Mert, hiçbir fikrin, hiçbir ideolojinin fanatiği, militanı olmadı. Sempati duyduğu politikaları desteklemek, antipati duyduklarını da karalamak amacıyla gerçekleri çarpıtmaya kalkışmadı. Tevfik Fikret’in dediği gibi hak bildiği yolda tek başına yürüme kararlılığından caymadı.
Günümüz Türk aydınları, yazarları, akademisyenleri arasında Nuray Mert gibi iktidarlara, iktidar sahiplerine, muhalefete ve liderlerine bakarak duruşunu değiştirmeyenlerin; olduğu gibi görünmekte, göründüğü gibi olmakta ısrarlı olanların sayısı çok fazla değildir. İnandıkları doğrulardan, samimi kanaatlerinden mevki ve çıkar uğruna asla taviz vermeyenbu tür insanların değeri çok iyi bilinmesi gerekirken ülkemizde tam tersi oluyor ve böyleleri bu ülkenin iyiliği için görüş ve düşünce beyan edebilecekleri her yerden kovuluyorlar. Değerli yazar Ahmet Haşim’in “Her fikir otlağından topal ve yaralı bir hayvan gibi, sopa ile, taşla, tekme ile uzaklaştırılan münekkit, insan zekasının en etkili hizmetkarlarından biridir.”sözündeki “münekkit”e“muhalif”ide eklersek, yetki, güç ve iktidar sahiplerinin en yararlı dostlarının şakşakçıları, destekçileri değil; eleştirenleri ve muhalifleri olduğu daha iyi anlaşılır.
Onun özellikle politik pozisyonundaki doğrucu Davut tavrının çok öne çıktığı iki tartışma ve toplumsal kamplaşma üzerinde yazıp çizdikleri, dürüst ve vicdanlı aydın kişiliğinin sağlam belgelerini bize sunmaktadır. Söz konusu tartışma ve kamplaşma konularından biri türban yasağı, diğeri de evrim teorisidir. Nuray Mert’in bu iki konudaki dik duruşu ve tavizsiz tavrı onun toplumsal ve siyasal her konudaki doğru bildiğinden şaşmayan mücadeleci karakterinin örnekleridir.
“Türkiye’de en aklı başında, en demokrat, en aydın bildiğiniz insanlar bile dine karşı olumsuz bakışları yüzünden din konusunda yapılan dayatmaları hoş görmeye meyyaller. Başörtüsü gibi can alıcı bir kadın sorununu görmezden gelen bir toplantının, kadınların cenaze namazına katılmasına ilişkin kararını özgürlük alanı açılması gibi görmek aldatıcı bir tutumdur.” (Radikal: 23.05.2002).
“Evrim teorisine inananların bunu “tartışmasız bilim” makamına çıkarma çabalarına sonuna kadar karşıyım, ama bir teori olarak istenildiği kadar okutulsun. (…) Evrimci olursunuz, ateist olursunuz, deist olursunuz, sizin bileceğiniz iş, ama üzerinde tüm dünyanın hâlâ tartıştığı evrim konusunda, insanlığın içinden bir türlü çıkamadığı inanç konusunda bu kadar sığ olmaya hakkınız yok.” (Radikal/18.01.2007).
“Otoriter rejimlerin din referansı ile meşruiyet kazanma çabası, şüphesiz ciddiye alınması, itiraz ve ifşa edilmesi gereken bir husustur. Bu noktada, demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesinin yoğunlaşması gereken temel mesele, dinsel inancın, özgür bir seçim olmak yerine, tüm topluma ‘dayatılması’ anlayışına karşı çıkmaktır. Yani, evrim teorisinin dogma olarak belletilmesi ve tartışma dışında tutulmasına karşı, yaratılış inancını inanan, inanmayan herkese dayatma çabasına itiraz etmektir. Hâlihazırda tanık olduğumuz, dini dogma dayatmasına karşı, pozitivist dayatma çerçevesinde, konuyu tartışma dışı tutma fanatizmi. Bir toplum böyle özgürleşmez, bunu artık kavrasak diyorum.” (Cumhuriyet: 28.07.2017)
Çağımızın gelişmiş ülkelerinde muhalefetin ve özgür düşüncenin değerinin nasıl bilindiğinin göz alıcı örnekleri bulunmaktadır. Burada bunlardan çok öne çıkmış iki örnekle yetineceğiz.
İlk örnek İngiltere’den:
2. Dünya Savaşının başladığı günlerde İngilizler arasında Britanya’nın da bu savaşa katılıp katılmaması tartışılıyormuş. Bernard Shaw, sağda solda “1. Dünya Savaşında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Çarlık Rusyası, Osmanlı İmparatorluğu battı. Büyük Britanya İmparatorluğu da batacaksa bu savaşa girsin!” diye konuşuyor ve yazıyormuş. Ama bir yazar ve düşünür olarak sürekli hürriyetsizlikten şikâyet ediyormuş. Bir gün, dönemin bir devlet adamı bir toplantıda karşılaştığı Shaw’a sormuş:
—İçinde yaşadığın imparatorluğun batmasını isteyebildiğin, bunu her yerde söyleyip yazabildiğin halde hürriyetsizlikten şikâyet ediyorsun. Bu bir çelişki olmuyor mu?
Shaw cevap vermiş:
—Siz benim yalnızca neyi söyleyebildiğimi biliyorsunuz; ama neyi söyleyemediğimi biliyor musunuz?
2. örneğimiz Fransa’dan:
J.P. Sartre’ın, düşüncelerini çekinmeden açıklayan; eleştirilerini, kendince gerekli gördüğü kimselere pervasızca yönelten bir yazar ve filozof olduğu bilinmektedir. Sartre’ın acımasız eleştirilerine en çok hedef olanlardan biri de Cumhurbaşkanı De Gaulle’müş. De Gaulle’un yakın çevresi Sartre’ın bu eleştirilerine çok kızar, kendisini kışkırtırlarmış:
— Sayın Başkan, Sartre’ın yaptığının bu kadarı da fazla! Kim olursa olsun herkes biraz haddini bilmeli. Siz her şeyden önce Fransa’yı temsil ediyorsunuz.
De Gaulle bunlara hiç beklemedikleri ve düşünmedikleri bir cevap vermiş:
— Evet, ben Fransa’yı temsil ediyorum, ama Jean Paul Sartre da bir yazar ve filozof olarak Fransa’yı temsil ediyor.
İsmail ÖZCAN & Eğitimci Yazar