NATO zirvesi’nin önemi!
SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’ndan Proje Araştırmacı ve Sakarya Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Kemal İnat da, 11-12 Temmuz arasında Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta gerçekleşecek olan NATO zirvesiyle ilgi olarak yaptığı değerlemede, Ukrayna’ya verilen askeri desteğin sürdürülmesi ve bu ülkenin NATO üyeliği meselelerini ayrı ayrı ele almak gerektiğini söyledi.
UHA / İnternational News Agency
Prof. Dr. Kemal İnat, NATO zirvesiyle ilgi olarak şunları söyledi:
Ukrayna’ya verilen askeri desteğin sürdürülmesi ve bu ülkenin NATO üyeliği meselelerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Zira Ukrayna’ya askeri destek verilmesi konusunda İttifak üyeleri arasında neredeyse tam bir fikir birliği söz konusudur. Almanya gibi bazı NATO üyeleri bu konuda başta tereddütlü davransalar da gerek iç kamuoylarından gerekse Avrupa ve ABD’den gelen baskılarla bu meselede Washington’ın çizgisine uyum sağladılar. Rusya-Ukrayna savaşının ilk aşamasında Ukrayna’ya sadece asker mihverleri vermeye razı olan Berlin yönetiminin gelinen noktada bu ülkeye Leopar 2 tankları ve gelişmiş hava savunma füzeleri teslim ettiği görülüyor. Bu açıdan bakıldığında Ukrayna’nın askeri olarak desteklenmesi konusunda oldukça hızlı ve kararlı bir şekilde organize olan NATO’nun Rusya’ya dair hedeflerine ulaşana kadar bu desteği sürdüreceği söylenebilir. Ukrayna cephesinde yoğun mühimmat kullanımına bağlı olarak bazı silahlara ait cephane üretiminde sorunlar yaşansa da Rusya’nın da benzer sorunları çok daha sert bir şekilde yaşadığı düşünüldüğünde NATO ile Rusya arasındaki bu mücadelenin seyrini belirleyecek en önemli unsurlardan birinin silah ve cephane üretimi olacağını ileri sürmek yanlış olmayacaktır.
Ukrayna’nın NATO üyeliği konusuna gelince, Vilnius’daki zirvenin ana gündemlerinden biri olacak bu meselede İttifak üyeleri arasında ciddi görüş ayrılıklarının olduğunu belirtmek gerekir. Başta Baltık ve bazı Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere bazı İttifak üyeleri Ukrayna’nın hızlı bir şekilde NATO’ya üye olması gerektiğini söylerken bu konuda yoğun iç tartışmaların yaşandığı ABD ve Almanya gibi üyeler ise o kadar hızlı karar verilmesine karşı çıkmaktadır. Ukrayna’nın savaş devam ederken gerçekleşecek muhtemel NATO üyeliğinin kendilerini Rusya ile doğrudan bir silahlı çatışmaya sürükleyeceği ve böyle bir üyeliğin Rusya ile barış müzakerelerini zorlaştıracağı gibi endişelerle bu konuda karar vermek için savaşın sonunu bekleme eğilimindeler. Savaşın sonunda Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkamayacak derecede zayıflamış bir Rusya söz konusu olursa üyeliğin gerçekleşebileceği düşüncesiyle bu konuda verilecek kararı ertelemeyi düşünüyorlar.
Bu nedenle Vilnius zirvesinde Ukrayna’nın NATO üyeliği yönünde bir kararın alınması çok zor görünüyor. Ancak bir NATO-Ukrayna Konseyi’nin kurulması ve yeni üye katılımına dair daha önce Bükreş zirvesinde alınan Üyelik Eylem Planı’nda (Membership Action Plan) söz konusu olan yolsuzlukla mücadele gibi ön koşulların Ukrayna’dan istenmemesi yönünde kararlar alınması ihtimalinin güçlü olduğu düşünüldüğünde, Ukrayna’nın üyeliği için orta vadede kapının açık bırakılacağı söylenebilir. Bu meselenin NATO’nun Rusya politikasının gelişimi ile yakından ilgili olacağı ve savaşın nasıl sonuçlanacağı ile Rusya’nın bundan sonraki süreçte Batı’ya karşı nasıl bir politika izleyeceği Ukrayna’nın İttifak üyeliği konusunda belirleyici olacaktır.
Zirvenin ana gündem maddelerinden biri de askeri harcamaların artırılması olacak. Bazı NATO üyeleri açısından bunun kolay bir hedef olmadığını ifade etmek gerekir. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının oluşturduğu şok, askeri harcamalar konusunda gevşek davranan bu ülkeleri silahlanma ihtiyacı konusunda motive etse de ekonomilerinin ve askeri altyapılarının uzun yıllar düşük askeri harcamaya ayarlanmış olması nedeniyle hızlı bir şekilde bu harcamaları artırmaları zor olacaktır. Bu konuda en büyük değişimin söz konusu olduğu düşünülen Almanya’nın bile askeri harcamalarını GSYH’sinin yüzde 2’si seviyesine taşıması konusunda tereddütler vardır. Şu anda iktidarda olan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti bu hedefe ulaşma konusunda ortak bir karara vardığını açıklasa da koalisyonun küçük ortakları Yeşiller ve FDP daha kısa sürede bu hedefin gerçekleştirilmesini isterken büyük ortak SPD’nin ise bunu zamana yaymak istediği görülüyor. Askeri harcamalarda on milyarlarca dolarlık artış gerektiren söz konusu hedefe ulaşmak için bütçe planlamasında radikal değişiklikler yapılmasının gerekecek olması 1949’dan beri kendisini bir “ticaret devleti” olarak inşa eden Almanya için birtakım yapısal sorunlara yol açabilir.
İtalya ve İspanya gibi Avro Krizi döneminden kalma ekonomik sorunlarını halen çözememiş NATO üyeleri için de yüzde 1,5’ler düzeyindeki askeri harcamalarını yüzde 2’nin üzerine çıkarmak, bütçe dengelerinde ek sorunlar anlamına gelecektir. Bunların yanında Kanada, Belçika, Hollanda, Çekya ve İrlanda gibi NATO üyelerinin askeri harcamaları İttifak hedefinin oldukça altında seyretmeye devam ediyor. Bu arada NATO’nun yüzde 2’lik sınırı asgari hedef olarak koyduğunu ve Genel Sekreter Jens Stoltenberg’in ziyaret ettiği üye ülkelerde askeri harcamalar için yüzde 2’nin de üzerinde pay ayrılması için ısrarlı taleplerde bulunduğunu hatırlamak gerekir.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, bir yandan NATO’da askeri harcamaların artırılması yönünde kuvvetli bir motivasyon oluştursa da diğer yandan enerji ve gıda tedarikinde ve fiyatlarında yol açtığı türbülans ve bundan kaynaklı ekonomik sorunlar nedeniyle birçok İttifak üyesinin askeri harcamalarını artırmak için gerekli finansal kaynakları bulmakta zorlanmalarına da sebep oldu. Bu nedenle özellikle ekonomik sorunları artan İttifak üyelerinin askeri harcamaların artırılmasına dair NATO hedeflerine uyum konusunda zorlanacaklarını ifade etmek gerekir.
Diğer taraftan Amerikan yönetiminin, Rusya konusunda olduğu gibi Çin’e karşı mücadelede de NATO çatısı altındaki müttefiklerini yanında görmek istediği açıktır. Bu konuda tereddüdü olan İttifak üyelerinin varlığı da sır değil. Farklı motivasyonları olsa da Almanya, Fransa ve Türkiye bunlar arasında sayılabilir. Oldukça rahatsız edici politikalar izleyen Trump döneminin ardından Avrupalı NATO üyeleri ABD’ye güven konusunda sorun yaşıyor ve bu da onların özellikle Çin’e yönelik politikalar konusunda Washington’ın peşine takılmalarını zorlaştırıyor. Aynı tereddüt Rusya’ya karşı izlenecek politika konusunda da yaşanıyordu ancak Rusya-Ukrayna savaşı bu tereddüdün ortadan kalkmasına ve ABD’nin arkasında hizalanmalarına yol açtı. Şimdi Washington yönetimi bu şok momentumunu kullanmak ve Avrupalı müttefiklerini Çin’e karşı çizgisinde de arkasına almak istiyor.
ABD’nin Avrupalıları arkasına toplama konusunda, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının oluşturduğu şok etkisinin yanında bir başka avantajı daha var: Avrupa’daki “Amerikan dostları”. Genel olarak Atlantikçiler diye bilinen bu “Amerikan dostları” Avrupa’nın her yerindeler. Litvanya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerde iktidardalar, Almanya gibi ülkelerde koalisyon hükümetine ortaklar. Ancak Çin’in Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına benzer bir hata yapmadığı, daha çok ekonomik iş birlikleri üzerinden kendisine nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı ve bazı Avrupa ülkeleriyle yakın ekonomik ilişkileri düşünüldüğünde Washington’ın Pekin’e karşı mücadelesinde NATO üyesi ülkeleri arkasına almasının Moskova karşısındaki kadar kolay olmayacağını belirtmek gerekir.
Son olarak Türkiye’nin gerek NATO’nun genişlemesi gerekse NATO-Rusya ilişkileri konusundaki politikası açıktır. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılmasına prensip olarak karşı olmadığını ancak bu ülkelerin bir güvenlik ittifakının ruhuna uygun şekilde davranarak Ankara’nın terörle mücadele konusundaki kaygılarına uygun hareket etmelerini ve Türkiye’nin güvenliğine kasteden terör örgütlerine destek mahiyetindeki politikalarından uzak durmalarını istemiştir. Bu beklentilerine uygun adımlar atan Finlandiya’nın üyeliğine onay vererek bu konuda tutarlı politika izlediğini de göstermiştir. Ancak İsveç’in terörle mücadele konusunda daha önce Madrid zirvesinde kararlaştırılan adımların bir kısmını atmak istememesi, ülkesinde terör örgütü PKK gösterilerine izin vermesi ve buna ek olarak ülkesinde Kur’an-ı Kerim yakılmasına müsaade etmesi Ankara’nın bu ülkenin üyeliği konusunda onay vermek istememesine neden olmaktadır.
Bu konuda Türkiye’yi ikna etmek için zirve öncesinde birçok girişim söz konusu ancak bu ikna çabalarının İsveç nezdinde yürütülmesi gerekiyor. Türkiye’nin prensip olarak İsveç’in üyeliğine karşı olmamasına rağmen baskıların bazı adımlar atması gereken İsveç değil de Türkiye üzerine yoğunlaşmasının nedeni başta ABD olmak üzere bazı NATO üyelerinin bu meseleyi bahane ederek Ankara’ya karşı yıllardır uyguladıkları baskı ve yaptırım politikasını yoğunlaştırmak istemesi olabilir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin İsveç’in üyeliğini bloke etmesinin Ankara açısından birtakım riskleri barındırdığı söylenebilir ancak daha yakından bakıldığında meselenin Batılı ülkelerin küresel güç mücadelesinde Türkiye’yi nasıl konumlandırdıklarıyla yakından ilgili olduğunu ifade etmek gerekir. Türkiye’de yeni yapılan seçimlerle beş yıl daha ülkeyi yönetme hakkını kazanan Recep Tayyip Erdoğan yönetimine karşı yakın geçmişte uyguladıkları baskı politikasını sürdürerek Ankara’yı daha fazla kendilerinden uzaklaştırmayı mı yoksa halkın tercihiyle iktidarını sürdüren Erdoğan yönetimindeki Türkiye’yi egemen ve eşit ortak olarak kabul edip küresel güç mücadelesinde Ankara’yı yanlarına almayı mı tercih edecekler? ABD ve Avrupa ülkelerinin bu sorunun cevabına göre tercih edecekleri politikalar Türkiye-NATO ilişkilerinin geleceğini belirleyecek. Onların bu konudaki tercihleri Türkiye’nin NATO-Rusya ilişkilerine yönelik politikalarının geleceğini de belirleyecektir.