“Karadayı benim gözüme bakamıyordu”
UHA HABER / Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanıydı Tansu Çiller. 28 Şubat dönemindeki koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı olan Çiller, o süreçte neler yaşandığını TRT Haber’e anlattı: O Karadayı, 28 Şubat’ta benim gözüme bakamıyordu.
Takvim yaprakları 28 Şubat 1997’yi gösteriyordu. Tarihe sonradan “post-modern darbe” adıyla geçen Türk siyasetinin kara günlerinden biriydi.
Dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, 24 yıl sonra o sancılı günlerin öncesi ve sonrasıyla ilgili ilk defa TRT Haber’e konuştu.
Yönetmenliğini Kemal Soğukdere’nin, yönetmen yardımcılığını Mustafa Yıldırım’ın üstlendiği 28 Şubat Post Modern Darbe belgeselinde Çiller, siyasi hayatının nasıl başladığından, Süleyman Demirel ile Turgut Özal’a, 28 Şubat sürecinin bilinmeyenlerine kadar birçok şeyi anlattı.
İşte o röportajın tamamı:
“Özal brifing vermemi isterdi, Demirel gitmemi istemezdi”
Siyasete Doğru Yol Partisi’nden girmeye nasıl karar verdiniz?
1991 seçimleri, yasaklar kalktıktan sonra önemli bir dönemeçti. Aslında bakarsanız yasaklar hep Türkiye’nin gündeminde oldu. Darbeler hep gündeminde oldu. 1960, 1971, 80 darbesini yaşadık ve netice itibariyle ben Doğru Yol Partisi’ne girdiğim zaman Doğru Yol Partisi yasaklıydı. Bir yandan Demirel beni, Boğaziçi Üniversitesi’nin eski bir profesörü değil, o günkü bölüm başkanı profesör olmuş birisi olarak, bütün sivil toplum örgütlerinde, odalar birliğinden, ticaret odalarına, TÜSİAD’a kadar danışmanlıklar, başdanışmanlıklar ve Türkiye’nin gündemini de elinde tutan bir profesör olarak her ikisi de bana taleplerde bulunuyorlardı.
Fakat çok garip bir şey aslında bunların hepsinin gelişi aynı yerden. Demokrat Parti’den. 60 ihtilali Demokrat Parti ve ipe gönderilen bir başbakan. Arkasından kurulan bir Adalet Partisi. Adalet Partisi’nin aşağı yukarı, baş aşağı ettiği bir ihtilal. Zincirbozanlar ve ondan sonra kurulan Anavatan Partisi. O zaman ben Anavatan Partisi’ni değil de Doğru Yol Partisi’ni tercih ettim.
Turgut Özal’dan size o dönem Anavatan Partisi’ne katılmanız için talep gelmiş miydi?
Tabii!… Çok hem de. Özal gelerek, ısrar etti. Sayın Demirel de öyle yaptı. Uzun bir süre düşündükten sonra aslında o zaman Anavatan Partisi’nin ekonomik politikalarını da oldukça zamansız ve zaman zaman yanlış buluyordum. Bunları yer aldığım panellerin içinde açıklıyordum. Fakat Sayın Demirel’in yanında yer aldım. Çünkü yasaklıydı o. Manşetler yüzde 5’in altında olduğunu gösteriyordu. Referanduma soktular tekrar. Ucu ucuna Demirel’in yasağı kalktı ve biz oradan iktidara yürüdük. O zaman Doğru Yol Partisi’nin mahzeni vardı. Mahzene girdik ilk önce. Genel idare kurullarımız bir apartmanın mahzeninde başladı. Oralardan biz 91 seçimlerinde iktidara yürüdük.
O dönem de SHP ile kuruldu hükümet. Ben de Demirel’in bütün mücadelesinde yanındaydım. Özellikle mahzen ve seçim sürecinde. Bana ‘Maliye mi Hazine Bakanı mı olmak istiyorsun?’ diye sordu. Bir etapta maliye ve hazinenin de birleşmesinin de çok yerinde olacağını söyledim. Nitekim bugünkü sistemde birleşmiş durumdadır. Bence hayırlı da olmuştur. Çünkü ekonomi de Merkez Bankası’nın Hazine’nin ve Devlet Planlama’nın bir arada maliye ile birlikte hareket etmesinin çok büyük yararı vardır ülke yönetiminde. Sonuçta CHP’nin öncesi olan SHP ile bir koalisyon kurduk. CHP ufak bir partiydi. SHP daha büyüktü. Erdal İnönü ve Süleyman Demirel koalisyonu kurdular. Ben de Hazine Bakanıyım o etapta.
Hazine Bakanlığı döneminizde Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile ilişkileriniz nasıldı?
Turgut Özal’ın kendisi de bizzat bana, son dönemlerde ekonominin çok kötü gittiğini ve hakikaten harap durumda olduğunu, kendisinin hastalığından sonra bizzat söylemiştir. Ve biz çok zor şartlarda bir ekonomiyi devraldık orada. 10 yıl Sayın Demirel yasaklı kalmış bu kolay bir olay değil. Demirel şapkasıyla her tarafı dolaşan, herkesin gönlünde olan bir lider. O zaman da baba olarak da çıktı zaten. Ekonominin bütün dengeleri bozuk ama biz herkese bir şeyler vermek istiyoruz. Böyle bir ortamda ben bir şeye şahit oldum. Doğru Yol Partisi ile Anavatan Partisi’nin tabanları birbirlerine yakın olsa da çok büyük bir rekabet vardı aralarında.
Bu Özal ile Demirel arasındaki rekabet olarak ortaya çıkmıştı. Şöyle düşünün; ‘Bir mahalle var. Burada bir bakkal var. Bu bakkal birden bire ikiye bölünüyor. Ama aynı mahalle. Aynı insanlar aynı komşular. Ne yapacaklar? İki bakkal aynı kişilere bir şeyler satmaya çalışacak. O sattığınız şey siyaset, hizmet aslında. O hizmeti vermeye çalışıyorsunuz. Gönlünüzde var ama büyük bir rekabet var. Bu rekabeti ciddi olarak hissettik. Özal Cumhurbaşkanı, ben Hazine Bakanıyım, Demirel Başbakan. Cumhurbaşkanı benden brifing istiyor. Demirel gitmemi istemiyordu. Tabii ki, parlamenter sistem de sorumlu olduğumuz Başbakan’ın isteği oluyordu.
Demirel ve Özal arasındaki rekabetin arkasında ne yatıyordu?
Bu ayrışmışlık aslında daha sonra bu tabandaki bölünmeyi de pekiştirdi. Çünkü bu ihtilal ürünüydü aslında. Ayrışmışlık doğal bir şey değildi. 1960 ihtilalinin gelip vurması. Ondan sonra 71, 80 ihtilalleri ardından aynı tabana çıkmış bir Anavatan Partisi. Benim Doğru Yol Partisi’ni seçmemin sebebi, Demirel’i demokrasi mücahidi olarak görmemiz. Zorluklardan, yasaklardan geçti ve biz onun yanındaydık. O dönemde ilk darbelerin etkisini yaşayarak iliklerimde hissettim.
Bugün geriye dönüp baktığınızda Anavatan Partisi’nde siyasete başlasaydım diyor musunuz?
Hiçbir şeyi bugünün şartlarıyla geriye dönüp, o günün şartlarıyla hüküm kesemezsiniz. O gün için baktığım zaman yasaklı olan kim? Demirel. Mağdur olan kim? Demirel. Darbenin yumruğunu yemiş olan kim? Demirel. Böyle bir durumda bize düşen mağduriyetin yanında, demokrasinin yanında olmaktı. Bence o zaman doğru karardı. Daha sonraları 28 Şubat’ın safhaları ortaya çıktıkça, benim bazı düş kırıklıklarım olmadı değil. Ama onu o günün şartlarında olmam gereken yerdeydim bence.
“Demirel’e rağmen DYP’nin Genel Başkanı oldum, bedelini ödedim”
Süleyman Demirel Başbakan olmanızı, partinin başına geçmenizi neden istemedi?
Özal’ın kaybıyla karşı karşıya kaldık. Sayın Turgut Özal’ın vefatı bütün milletimizi sarsmıştır. Bunun sonrasında da bir Cumhurbaşkanı çıktı. Bu Demirel idi. Demirel’in partisinin içinden de bir genel başkan ve Başbakan çıkacak. Sayın Demirel, İsmet Sezgin arkadaşını istiyordu. Onunla beraber Köksal Toptan da vardı. Demirel eski arkadaşlarının olmasından yanaydı. Her yukarı çıkanlar aslında aşağısıyla ilgili bir sıkıntı çekerler. Çünkü parlamenter sistemde egemen olan, kabinenin başında, icraatın başında olan Başbakandır. Yani o zamanki Başbakan bugünkü Cumhurbaşkanıdır. Aslında bütün Cumhurbaşkanı’nın işlevlerini Başbakan görür. Hem kendi partisinin başıdır hem de hükümetin başıdır. Tıpkı bugünkü Cumhurbaşkanı gibi.
Dolayısıyla o güç Cumhurbaşkanı’nın üstünde bir güçtür. Cumhurbaşkanlığı çok ulvi bir yer. Atatürk’ün koltuğu, her şeyi temsil eden bir yer. ‘Cumhurbaşkanlığı’nı reddedecek fani yoktur’ demiştir Demirel. Haklıdır da. Ama netice itibariyle güçlü olan, icraatın başında olan parlamenter sistemde Başbakandır. Demirel, Cumhurbaşkanı olduktan sonra aşağısını da idare edebilmek istedi. Hükümeti de idare edebilmek istedi. Onun için arkadaşlarını istedi. Çok zordur. Demirel, partisinin her bir delegesini biliyor. Her bir delegenin ailesini biliyor. Kızını, evladını, oğlunu, torununu biliyor. Ne istediğini tek tek biliyor. Bir de Çiller gelmiş, Çiller yepyeni. Üstelik de kadın! İyi mi? Bütün bu şartlar altında Demirel, ‘ayağına dikkat et’ dedi bana. Diğer arkadaşlara destek verdiğini her yerde duyurdu. Delegelere saldı bu haberi. Ama delege milletle bütünleştiği zaman farklı hareket edebilir. Her şeye rağmen, netice itibariyle hatta Demirel’e rağmen seçildim. Bu aslında hayırlı bir şeydir.
Bir liderin işaret ettiği başka bir insanın, orada geldiği makamda o makamın hakkını vermesi çok mümkün değildir. Bir lider doğacaksa eğer liderinin işaret ettiği olarak değil, ona rağmen gelinmesi lazımdır. Bu süreç doğrudur aslında ama çok zordur. Çünkü partinin aslında uzun yıllardır sahibi de oradadır. Hem iyi tarafları var. Hem de ciddi bedelleri var. Biz onu da yaşadık. O sistem de benim gördüğüm şey birincisi, darbelerin merkez sağı hırpalamasıydı. Özal ve Demirel’in ki bir yerde düşman kardeşliğiydi. Onu çok iyi gördüm. İkincisi de parlamenter sistemin işlemediğini gördüm. Sadece ben değil, parlamentodaki büyük çoğunluğun parlamenter sistemle derdi vardı. Çünkü koalisyonlar zor.
“Adalet Bakanı’nın icraatı terörle mücadelemizi zorlaştırdı”
SHP ile kurduğunuz koalisyon hükümetinin masasında en büyük sorunlar nelerdi?
Erdal İnönü Boğaziçi Üniversitesi’nden akademik arkadaşımdı. Ben ekonomi bölümün başkanıydım. O da fizik bölümünün başındaydı. Sohbetlerimiz, yemeklerimiz hep birlikte olurdu. Bu defa ben Başbakan oldum o benim yardımcım oldu. Aslında en iyi dönemimizi o dönem yaşadık koalisyonda. Ama daha sonra koalisyonun bizatihi kendi içinden gelen, davanın tanımlamasından eşyanın tabiatından gelen, ayrışmalar başlar. Türkiye’de terör mücadelesi yapılması lazım! Kaçınılmaz. Türkiye’de o zaman Türkiye’nin batısından doğusuna gidilemiyordu. Belirli yerlere tren, otobüs işlemiyordu. Okullar kapalıydı düşünebiliyor musunuz? Siyasi partiler kapalıydı, gazeteler dağıtılamıyordu. Bunları düşünebiliyor musunuz? Orada ufacık bir istihdam yaratsın diye madeni açmaya kalkarsınız, bombalarlardı.
Anneleri çocuklarıyla beraber öldürürlerdi. Yani orada demokrasi yoktu ki demokrasiyi bozasın. Orada hiçbir şey yoktu ki ona zarar veresin. Bu demokrasi ve güvenlik arasında bir seçim de değildi. Güvenlik olmadan demokrasinin yeşeremeyeceği bir ortamdı. Böyle bir ortamda terör mücadelesi yapıyoruz ve çok da güçlü bir mücadele oldu o dönem gerçekten. Yani mecburduk. Bizi “biji biji” diye karşılıyorlardı o zamanlar oralarda. Ama bizim ortağımızın bu konuda farklı hassasiyetleri vardı. Adalet Bakanı koalisyon ortağınızdan. Onun icraatı sizin icraatınıza ters olurdu. Bunun ne olduğunu şimdi açık açık söylemek istemiyorum.
Ama olduğu zaman terör mücadelesi çok zorlaşırdı. Dolayısıyla sadece bu değil. Biz terörle mücadelede başarılı olduk bıraktığımızda ondan sonra yıllarca bir terör sorunu olmadı Türkiye’de. Yıllarca olmadı. Bu çok önemliydi Türkiye’nin yakın tarihinde.
“Sınır ötesi harekâtlarda sabahlara kadar uyumadığımı bilirim”
O dönemde terörle mücadele kapsamında çok sayıda sınır ötesi harekât yapıldı. Bu harekâtlar uluslararası arenada nasıl yankı buldu?
Güreş Paşa ile biz çok büyük bir mücadeleyi birlikte yaptık. Ancak terör mücadelesinin en önemli faktörü, en önemli unsuru aslında Türk Silahlı Kuvvetlerimizin o cansiperane yaptığı bir büyük özverili mücadele değildir. Siz eğer dış politikayı elinizde tutamıyorsanız, o sınırın ötesine geçemez. Karşısında bütün dünya. Sadece bölge değil bütün dünya. Dolayısıyla o dış politikayı liderin elinde tutması lazım. Ben sabahlara kadar uyumadığımı bilirim. Biz 50-60 bin askerle Zaho’dan 80 kilometre içeri girdiğimiz zaman ucu açık giriyoruz. Düşünebiliyor musunuz ucu açık.
Bize ‘ne zaman döneceksiniz?’ dedikleri zaman ‘Ne zaman biterse o zaman’ diyorum. Ses çıkmıyor ve giriyoruz içeri. 80 bin kişiye kadar biz resmi açıkladık. Daha da fazlası vardı. Ve sadece Türkiye’nin içi değil bütün Irak. O zaman Karadayı da vardı. Bir sonraki aşamada. Bütün oralar temizlendikten sonra yıllarca bizim askerimiz 2012’ye kadar orada kaldı. Ve Türkiye’deki terörle mücadelenin uzunca bir süre Türkiye’nin gündeminden kalktı. 2012’de bizim ancak top yekûn askerlerimizi çekmemizi istediler.
Biz Sayın Karadayı ile sadece bir bölümünü operasyonun öyle günler değil haftalarca, bir bölümünü karşılamak üzere birlikte gittik. Dolayısıyla zor şartlarda. Tabi o sıra Türk Cumhuriyetleri yeni bağımsızlığını kazanmış. İnanın buğdayları yoktu. Bütün yollayacakları sefirlerin imkânlarını biz sağlamak mecburiyetindeydik. Kucaklamak mecburiyetindeyiz. Kendimiz krizdeyiz. Böyle bir ortam.
Hakikaten şu anda geriye bakıldığında kolay söyleniyor iki satırda ama yaşamak güçtü. Şimdi bir CHP ile bu koalisyonu götürüyorsunuz, onların daha farklı değerleri var. Yani bizim milli değerlerimiz daha ağırlıklı, onların da milli değeri yok anlamında söylemiyorum ama daha farklı. Bu mücadeleyi daha farklı noktalarda çözmeye yatkınlar ama onun öyle çözülemeyeceğini de görüyorsunuz. Tren gitmiyor. Okullar kapalı, çocuklar Türkçe öğrenmemiş, bir kısmı gidiyor. Böyle bir durumda tabi bir de ekonominin çok büyük sıkıntısı var.
“Telekom’u 40 milyar dolara özelleştirseydik, iç ve dış borcu kapatırdık”
Telekom’u özelleştirme girişiminiz çok tartışıldı. Bu girişiminizle neyi hedeflemiştiniz?
Ekonominin o sıkıntısını biz devraldık. Özal’ın kendi tabiriyle ‘biz bıraktık size.’ Orada da bir çözüm bulduk. İktisatçılık önemli. İktisat profesörlüğü de var serde. Dünya’da İngiltere’den sonra ikinci kez Türkiye, PTT’nin T’sini dediğimiz Telekomünikasyonu satmak istedik. Ortaklarımızla bir araya geldik. Nasıl bir mücadeledir o bilemezsiniz siz. Meclis’ten çıkarmak için sabaha kadar bekledim. Çıkardık. Türkiye’nin 40 milyar iç ve dış borcunu kapatıyor. İç ve dış borcu ne demek biliyor musunuz? Ne enflasyon kalıyor ne bir şey. Nasıl terörle mücadelede başarılı olunmuş ise orada da olacak. Fakat benim ortağımın CHP’nin değerli bir bakanı, ismini söylemesem daha iyi, Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Diğer muhalefet ANAP ile bir olarak Anayasa Mahkemesi’nden çevirdiler bu olayı. Neden biliyor musunuz? Bizim milliyetçiliğimize zeval gelirmiş.
Türkiye’nin bağımsızlığı tehdit altına girermiş. Yıllar sonra o zaman bakın iç ve dış borcu kapayıp topyekûn enflasyonu sıfırlayacak, bütün ekonominin dengelerini oturtacak, bugünkü istihdam meselesi, bugünkü gençlerimizin işsizlik meselesi, bugünkü ihracatımız ithalatımız iyi gidiyor ama her şeye rağmen onun da daha iyi olması. Bütün ekonomik dengelerin düzelmesi ama yıllarca bunun sürmesi. O gün mümkündü ama 40 milyar dolara satmadık, 4-5 milyar dolara sattık. Bizim dişimizin kovuğuna gitmediği bir sırada. O zaman nedense bizim güvenliğimiz tehdit altına girmedi.
“Baykal erken seçime götürmeseydi, 5 Nisan kararlarının nimetlerini alacaktık”
5 Nisan kararları açıklanırken, hükümet ortağınız SHP’nin lideri Murat Karayalçın’dan kararları gizlediniz mi? Zira Karayalçın’ın kararlardan basın toplantısı sırasında haberdar olduğu yönünde açıklaması var. Bu doğru mu?
Yok hayır! Beraber hazırladık. Murat Karayalçın çok özveride bulundu. Murat Karayalçın’ın bir isteği oldu o sırada. Aslında 5 Nisan kararları gecikmiş kararlardır. 5 Nisan kararlarının gecikmiş olması şundan kaynaklandı; Ortağımız, Erdal İnönü idi. Erdal İnönü’ye derhal 5 Nisan kararları sonra hazırlandı ama her gün ve her ayın farklı bir dengesi oluyor ve o dengedeki model değişikliği gündeme geliyor. Fakat Erdal İnönü bir gün geldi dedi ki; ‘Benim sağlığım iyi değil. Ben başka nedenlerle de ailevi nedenlerle de, ayrılmak durumundayım.’ Biz onunla çok iyi götürüyorduk. Onun milli şuuru, bir takım geçmişinden gelen tarihsel refleksleri, bu terör mücadelesinde bize iyi destek veriyordu. ‘Gel şunun ekonomisini de düzeltelim Türkiye’nin diye, kalıcı bir iz bırakalım beraber, dediğim zaman birlikte hareket ettik orada.’ Murat Karayalçın sadece dedi ki ‘Ben belediyeden geliyorum. Belediyeden geldiğim için, gelin şu belediye seçimlerini bekleyelim. Benim partim bu istikrar programlarını kaldırmaz.
Bu programlar bizim partimizde problemdir.’ CHP benim başbakanlığım dönemimde 4 defa genel başkan değiştirdi… Biz bir genel başkanla anlaşma yapardık. O anlaşma yürürlüğe girerdi, biz tam bu icraatın ortasına geldik, geliyoruz, tekrar mücadele başlardı. Bir başka genel başkan gelirdi o genel başkanla yeni bir hükümet kurardık. O yeni hükümetle yeniden devam ederdik. Onları tekrar bir noktaya getirmek için büyük çaba olurdu. Sonra tekrar başlardık.
Böyle 4 defa gittik. Yani kolay değildir. O zaman stabil. Bence hak ediyorum, dil sürçmesi, SHP bu… En sonunda CHP, SHP’yi yuttu ve CHP olarak kaldı. Anlatabiliyor muyum? Biz bütün bu süreçte yaşadık bunları. Bu şeylerin değişmesini gördük. Dolayısıyla Murat Karayalçın’ın, Hikmet Çetin, sonra Sayın Baykal, bizi erken seçime götürdü. O 5 Nisan kararlarının ardından biraz daha kalabilseydik, kararların nimetlerini alacaktık. Bütün her şey ortaya çıkacaktı. Bayağı bir erken seçime gittik. Yani böyle bir haftalarla aylarla değil. Bayağı büyük bir farkla gittik. Ve seçimden sonra o güzel sonuçlar çıktı. O sonuçları seçim öncesinde alsaydık çok daha farklı olurdu tabii.
1995 seçimleri öncesinde oluşan siyasi atmosferi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Refah Partisi’nin dışlanmasının ön hazırlığıdır 95 seçimleri. Bütün herkes, güç odakları, elit kesimin hepsi Refah Partisi’nin iktidar olmamasını istiyordu. Ve bunun üzerine hazırlanan bir seçim sürecindeydik biz. Aslında bende bunların içindeydim. Niye bunların içindeydim? Ben de koalisyon olacaksa, Anavatan ile olmasını tercih ediyordum o zaman. Bizim, bu koalisyonlar döneminde gördüğümüz tek şey, koalisyonlar düzgün işlemiyordu. Demek ki bir CHP ile koalisyon denenmemeli diye düşünüyordum. Bir de sağın bölünmüşlüğü vardı. Dedim ya ortadan bölünmüş bir elma vardı. Biri Anavatan Partisi, diğeri de elmanın yarısı Doğru Yol Partisi.
Benim aklımda, misyon olarak bunları birleştirmek vardı. Yani darbenin yapmış olduğu bu tahribatı acaba birleştirebilir miyiz? Bu gerçekten benim bir siyasi misyonum olarak önümde durdu. Çünkü o zaman ülkeye istikrar gelecek diye. Türkiye’de koalisyonlarla iş gitmiyordu. Her zaman baktığınızda tek başına iktidarlar, ben başkanlık sistemini tek başına iktidar çıkarabildiği için, sadece onun için dahi destekledim. Ben yaşadım bunu. Yaşanmışlıktan geliyor. Bu bir siyasi görüş değil, bu yaşamışlığımdan edindiğim tecrübenin, benim önüme koyduğu bir gerçek. Şimdi bu aşamada şöyle bir hazırlık başladı. Dediler ki, ‘Refah Partisi olmasın da, kim Başbakan olacak?’ meselesi var. Anavatan mı? Doğru Yol partisi mi? ANAP önde bitirirse onun, Doğru Yol önde bitirirse onun genel başkanı başbakan olur ve bu iş böyle kurtarılır. Bu kamuoyuna başlandı yağdırılmaya.
“Gümrük Birliği’ne karşı çıkanlar, yıllar sonra benden özür dilediler”
Tam da süreçte Gümrük Birliği’ne giriş süreci var. Sermaye çevreleri bu süreci nasıl karşıladı?
Büyük ölçüde büyük işadamlarını çok üst düzey işadamlarını, Kobiler falan değil. Kobiler bizim Kobilerimiz. Her şeye rağmen çok büyük kaynak aktarmıştım. Esnafa kaynak aktarmıştım. Çiftçiye kaynak aktarmıştım. Ama bu Gümrük Birliği çok büyük bir rekabet getirecekti. Kiminle? Dış dünya ile. Ve yapılmış yatırımlar var ama yapılmış yatırımların standardı ihracata yönelik değil. Gümrükleri koyuyorsunuz. O gümrüklerle fiyatlar yükseliyor. O fiyatlarla sadece Türkiye’de üretip satabileceğiniz ve orayla sınırlı olacak ürünler ortaya çıkıyor. Ama bunu aşmamız, kırmamız lazım.
Bakın bu Gümrük Birliği ile biz kırdık ve 18 milyar olan ihracat, 181 milyara kadar çıktı. Ne demek biliyor musunuz? Bunda Gümrük Birliği’nin etkisinin olmadığını söylemek mümkün mü? Eğer o rekabet olmasaydı, o ürünlerin standardı yükselmeseydi, mümkün müydü acaba bunu yapabilmek? Ben bunu biliyordum. Ama ilginçtir ki çok sonraki yıllarda ben siyasetten ayrıldıktan sonra o kocaman kocaman iş adamları aynen bu salona gelip benden özür dilediler. ‘Biz yanlış yapmışız’ dediler. Şimdi en büyük ihracatçılar bizim. Zor bir dönem geçti ama Türkiye’de ne oldu?
“ANAP ile koalisyon kurduğumuz da teşkilatlar birbirine düşmandı”
Seçimlerin ardından ANAP ile DYP arasında oy tartışması yaşandı. Bu şartlarda koalisyon için masaya oturdunuz. O süreçten biraz bahsedebilir misiniz?
Şimdi o dönemde, Refah partisi olmasın, bu iki parti bir araya gelsin. Basında da kamuoyunda da hazırlanmaya başlanmıştı. Öyle rakamlar çıkıyordu ki, sanki Anavatan Partisi biraz daha önde çıkacak, dolayısıyla onun genel başkanı başbakan olacak. Son gün, kamuoyu araştırması bastılar. Önce kamuoyu hazırlandı. Kim önde çıkarsa onun genel başkanı başbakan olacak, son gün kamuoyu araştırması, Anavatan partisi önde… Gelin görün ki, Anavatan Partisi Büyük Birlik Partisi ile beraber. O da unutuldu. Şimdi onlar beraber. Anavatan partisi ile BBP. Onlar 7 tane milletvekili çıkardı. Onlar ikisi birlikte 132, bizimkisi 135. Kıyamet kopuyor. Yüzde 21 Refah Partisi almış, yüzde 19 DYP ve ANAP almış. Anavatan Partisi’nin rakamı BBP ile beraber. BBP’ye rağmen bizim sayımız daha fazla milletvekili ama o yüzde 19’un binde birlik farkı ANAP ve BBP birlikte gitmiş dolayısıyla onlar önde.
En son Clinton’un kaybında da gördük değil mi? Kazanmasında esas olan ne, Meclis’teki sayı. Biz tek başımıza 135 almışız, onlar ikisi beraber 132 almış BBP ve ANAP. Ama biz geride sayıldık. Ben dedim ki ‘Eğer bir tarihi bütünleşme olacaksa, şu koltuk mu esas olan yoksa Türkiye’nin geleceğinde istikrarı sağlamak mı?’ Ben gittim verdim. ‘Dedim ki, buyurun başbakanlığı’ hatta onunla kalmadım, meclis başkanlığını verdim.Bu bütünleşme olsun diye. Ama bununla beraber bir azınlık hükümetiydi ortaya çıkan.
Şunu gördüm ki tepeden birleşme olmuyor. Çünkü sosyolojik bir olay oluyor. O darbelerin yarattığı o teşkilatlar birbirlerine düşman olmuşlar. Öyle ‘Hadi birleşim’ dediğinde, ‘Buyur’ benim yaptığım gibi, bütün herkesin diğerine ‘buyur’ deme imkânı yok. O sosyolojik bir olay artık. Ayrışmış. Ve bütünleşemiyorsunuz. Birlikte hareket edemiyorsunuz. Ya biri gidecek, ya öbürü gidecek…
“Mesele ikimizden birinin yok edilmesi meselesiymiş”
ANAP ile yaptığınız koalisyon partinizde nasıl karşılandı? Mesut Yılmaz ve ANAP hakkında nasıl bir izlenim edindiniz?
ANAP bir ortak değildi bir rakipti. Şöyle görüyordum; Bir olay anlatayım. Biz program yapacağız. Ben başbakanlığı vermişim. Meclis başkanlığını da vermişim. O koalisyon protokolü çıkacak. Ben, günlerce arkadaşlarımla vs. O arada da Kardak krizini çözüyoruz. ‘Ya gidecek o asker, Ya bayrak inecek’ dediğim süreçler. Ne zaman zayıf olsak bu işi ortaya koyarlar. Yunanistan Türkiye’nin zayıf olduğu dönemde, seçim olmuş, kim başbakan olmuş belli değil, ortada böyle bir durum var. O zaman daima Yunanistan bir çıbanbaşı çıkarır ve Kardak, o Ege meselesidir, kara suları meseledir oradan da ödün vermek mümkün değil. Bir yandan onunla uğraşırken bir yandan da şunu yaptık. Burada, bir protokol hazırlayalım.
Ekonomik modeller, neyi yapacağımız ve yapmayacağımız baştan aşağı. O zamanın en iyi programlarından biridir o, gerçekten… Anavatan Partisi’nin Genel başkanından hiç tık çıkmıyor. Ben ne desem ‘evet’ diyor. ‘Allah Allah’ dedim, o kadar iyi yapıyor ki ben o kadar yapamazdım, benden çok iyi… Meğerse mesele o değilmiş. Mesele birimizden birimizin top yekûn yok edilmesi meselesiymiş karşımızda. Yani birimizin kafasında birleşme, birimizin kafasında da ya ben ya öbürü devam edecek, biz devam edeceğiz onların gitmesi gerek… Aslında çok da eşyanın tabiatına da aykırı değil. Çünkü bu aykırılık bütün teşkilatlarda da devam ediyor.
Yani sosyolojik olarak bir vaka olmuş bu aynı zamanda. Bütünleşmenin tabandan gelmeden, tavandan gitmesinin hatta bu tavandakilerin de iki ayrı görüş içerisinde olduğu zaman bunun ahenkli içinde yürümesinin pek mümkün olmayacağı ortaya çıkmıştı. Ama o sırada da Refah Partisi Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Güven oylaması iptal edildi. Ve yeniden bir koalisyon kurulması için Meclis’te çalışma başlatıldı.
REFAH-YOL Hükümeti kurulurken, askeri kanattan size baskı oldu mu?
Tabi tabii, olmaz olur mu? Her türlü, her dönemde de olurdu. Nitekim daha sonra onlar darbe koalisyonu olarak ortaya çıktılar. Yani her cenahtan bu geldi, tehditler geldi. O kurulma aşamasında ben bir kaç defa belki işitmişinizdir bunu kamuoyuyla çok nadiren paylaştım ama bir kaç defa ‘ipim cebimde’ demiştim ben.
Neyi kastediyordunuz? Tehditler ne yönde geliyordu?
O ‘ipim cebimde’ dediğim zamanların özünde, bu tehditler vardı. Tehditlerin size yapılması belki daha makul ama ailenize evladınıza vs kişilere bunlar geldiği zaman tabii burada ben varım. Mücadele edecekseniz benimle mücadele edin. İpim cebimde. İpim cebimde, ne yapacaksınız burada yapın. Ben bunu bir kaç defa söyledim. Daha da fazla söylemedim. Ama onun arkası vardır. Bunun arka planı vardır.
Ne var arka planında, paylaşabilir misiniz?
Hayır! O burada kalsın. İsimleri falan dahi vermiyorum dikkat ederseniz.
Yöntemlerini söylemeyecek misiniz?
Söylemiyorum. Söylemiyorum. Ama bunlar ulaştırılır. İstenildikleri zaman ulaştırırlar bunları.
“Darbelerin bölmüş olduğu merkez sağı birleştirmek istedim”
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile karşılıklı restleşmeleriniz oldu. Bu restleşmelerin ardından hangi faktörler sizi Refah Partisi ile koalisyon kurmanızı sağladı?
Şimdi herkes bir şey söyler. Olgunlaşma süreci oluyor. Şimdi siz bir şey söylüyorsunuz. Genel başkan olarak söylüyorsunuz. Milletin önünde bunu söylüyorsunuz. Diyorsunuz ki, ‘Ben refah partisi ile yapmayacağım’. Refah Partisi ile yapmayacağım dedim için, aklımda bir şey vardı. Merkez sağı birleştirmek. Darbelerle dağılmış olan bu merkez sağı birleştirmek lazım. Ben bunun istikrar getireceğini düşünüyorum ve bunu yapmak istiyordum. Bunun bedelini de ödedim. Başbakanlığı verdim. Ödedim. 135 milletvekilim varken. Onların BBP ile yaptığı ittifak çerçevesinde aldığı milletvekilinden fazlasını çıkardım. ANAP’ın aldığı oydan kesinlikle fazlasını çıkardım ama BBP ile birlikte binde 1 öne geçtiler. Binlerle…
Meclis başkanlığını verdim. Koalisyon protokolünü çok büyük bir özveriyle hazırladım. Buyurun, ‘yapın’ dedim. ‘Biz arkanızdayız’ dedim. Ama gitmedi. Ve bir şey daha vardı. ANAP ile kurulan koalisyon, azınlık hükümeti idi. Bir çoğunluk hükümeti bile değildi. Netice itibariyle biz dışarıdan birilerinin ipine bağlıydık. Ayrıca eğer demokrasi varsa, milletin dediği benim dediğim. Ben dediğimle mükellefim, onun gereği için bedel ödedim. Samimiyetle yaptım bunu. Ben orada çıkıp milletimi yanıltmıyordum.
Bizatihi darbelerin bölmüş olduğu bu sağı, birleştirmek istiyordum. Değerli kardeşim, birleştirmek istiyordum. Sözüm de sözdü. Bunun fedakârlığını da yaptım. Ama gördüğüm başka bir şey vardı. Milletin söylediği söz, her şeyin üzerindedir. Millet, refah partisini birinci parti yapmıştı. Biz her şeyi dememişiz, sözümüzün gereği. Ama milletin sözü, her şeyin üzerinde. Millet Refah Partisi’ni birinci parti yapmış mı? Yapmış. 158 millet vekil sanıyorum, ikinci parti 135 milletvekili biz miyiz? Ne demiş bize: ‘Siz ikiniz oturun, bir koalisyon kurun’ demiş. Değil mi? Bu milletin dediğinin yapılmasıydı. Bunun idrakiydi. Demokrasinin gereğiydi.
“28 Şubat dipçik korkusunun kanırtıla kanırtıla oluşmasından ibarettir”
Partinizin içinde peki, REFAH-YOL ile koalisyon nasıl yankı buldu?
Şimdi bütün Meclis’te. Hatta milletin tümünde bir büyük korku vardı. Bu korku aslında biraz önce anlattığım yakın tarihin, geçmişin tüm gelişmelerinden tarihi süreçlerinden kaynaklanıyordu ama siyasetçinin şuurunda ve şuuraltında milletin vicdanında hançerle saplı bir siyah beyaz resim vardır. Bu ipe giden eski bir Başbakan’ın milletine dönerek son aziz bakışıdır. Bu aslında millette de vardır. Dipçik korkusu da vardır. 28 Şubat, aslında bu korkunun kanırtıla kanırtıla, sömürüle sömürüle bir dehşet imparatorluğu içinde oluşmasından ibarettir. Bu korku benim partimde nasıl olmasın? Demirel yaşamamış mı 1971’i? Yaşamamış mı 1980’i? Yasaklıkları yaşamamış mı? Bütün onun yükünü, yasaklılığını çekmemiş mi? Ben onun için onun yanına girmemiş miyim? Ve o parti bu.
Aslında Demokrat Parti’den gelen o geleneğin gerçek sahibini biz Doğru Yol Partisi olarak görüyorduk. ANAP’ı, o ara dönemde kurulan ve bütün mücadelelerden, yasaklardan geçmeden, yasaklı bir partinin tabanı üzerine kurulmuş bir parti olarak görüyorduk biz o zaman. ANAP’ın Genel Başkanı Özal’ın yaptıklarını tenzil ederim. O başka bir şey. Ama akar yol buydu. Bu akar yol buradan geçti. Demokrat Parti, Adalet Partisi. Kim vardı Adalet Partisi’nin başında? Demirel. Demirel’in kurduğu parti, Doğru Yol Partisidir.
Yasaklıyken kim geçmiş yanına? Çiller? Değil mi? Mahzenlerden çıkarmışız biz onu değil mi? Bizim demokrasi mücadelesinin devamı. Bu bizim millete borcumuz. Onu birleştirelim istedim. Canı gönülden istedim. Bir aldatmaca değildi. Bu çok samimi, idealist, darbelere karşı, onların yaptığı tahribata karşı birleştirme harekâtıydı. Bir isteğiydi. Ama milletin dediği her şeyin üzerinde. Denedik ve azınlık çıktı… O zaman milletin dediğine geçtik. Millet birinci parti Refah Partisi’ni yaptı. İkinci parti Doğru Yol Partisi’ni yaptı. Biri 158 diğeri 135, ikisinin toplamı 293 oluyor 276 çoğunluk. Demek ki kurulabilir.
“Ana akım medya, Demirel’in yol göstermesiyle birlikte hareket etti”
Aydın Doğan Mesut Yılmaz’a, Dinç Bilgin size mi destek veriyordu? Refah Partisi ile koalisyon kararı aldıktan sonra size cephe mi aldılar? Ana akım medyanın ANA-YOL ısrarının sebebi neydi?
Aslında burada şöyle bir şey vardı; Birden bire hakim güç, derin devlet, her şeye hakim olduğu izlenimi ve o korku refleksleri, Demokrat Parti döneminde Adnan Menderes’in ipe götürülüşü ve her Refah Partisi geldiğinde mutlaka bir darbe olur meselesi. O hale getirdi ki bu ikisi aslında birbirleriyle rekabet eden, hatta çanak çömlekle dahi rekabeti genişleten, o bunu veriyor bu bunu veriyor diye genişleten bu rekabet, aslında ben ‘kartel medya’ diyordum.
Çünkü bu ikili bir medya ayağıydı. Özellikle Cumhurbaşkanımızın’da Sabah Gazetesi’nin o zaman Sayın Demirel’in çok yakını olan bir arkadaşımızın üzerine gitmesi, onunla uğraşmasından sonra Dinç Bilgin’i çağırıp, “Siz barışın bu benim arkadaşım ile bütünleşin, hem o taraf hem bu taraf bütünleşin. Karşımızda bir REFAH-YOL var. Ülkenin çok büyük bir sıkıntısı var. Birleşerek hareket edin” şeklindeki yol göstermesiyle birlikte hareket etmeye başladılar.
Dinç Bilgin’in Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda verdiği ifadede o süreçte medyanın rolünü anlatıyor. Siz Bilgin’in ifadelerini nasıl değerlendirdiniz?
Şimdi bunlar benim söylediklerim değil. Ben bunları biliyorum da kendim olarak söylemeyeceğim. Bizzat, Dinç Bilgin daha sonraki dönemde Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda tanıklık ettiği zaman, bizzat söylediği şeyleri söylüyorum. Mümkün olduğunca kelimelere yakın kalmaya çalışıyorum. Ama fikirler kesinlikle doğrudur, kelimelerin birçoğu da aynıdır. Dedi ki Dinç Bilgin ‘Biz o zaman iki gazete, yani Doğan ve Dinç Bilgin grubu birlikte hareket ediyorduk. Bizim için esas olan, Genelkurmay idi.’
Ben söylemiyorum, Dinç Bilgin söylüyor: ‘Ve biz, sağlıklı haber, sağlıksız haber diye bir ayırım yapmıştık. Bizim için hükümetin söyledikleri yoktu. Hükümetin icraatı yoktu. Onları görmezden gelirdik.’ Ben söylemiyorum bunları. Resmen, Meclis Komisyonu’nda doğrudan Dinç Bilgin’in ifadeleri bunlar. ‘Ve biz bir haber aldığımız zaman diğeriyle paylaşırdık. Mesela Sincan’daki hadiseyi birimiz çektik, hepimiz paylaştık. Hemen dağıttık. ‘darbe geliyor’ diye. Bunun ötesinde, bizim brifinglere katılımlarımız vardı. Askerler, yargıya brifing verir, yargı ayakta alkışlardı. Bütün yükseköğretim kurumlarına, üniversitelere askeri brifingler verilir, durumun dehşet vericiliği anlatılır ve onlar ayakta alkışlardı. Biz bunları aktarırdık. Hükümetin dediğiyle ilgili değildik. Bizim için güç odağı hükümet değildi. Bizim için güç odağı burasıydı. Ve Ankara’da çalışan arkadaşlarımız, bizim bütün kaynağımız halene gelmişti. Çünkü genelkurmayın bütün bilgileri oradan alınırdı.’
Bunun gibi birçok şey. Ben kısaltarak söylüyorum. Belki günlerce konuşulabilecek şeylerdir. Ben Dinç Bilgin’in, bu kadar cesurca bunları tarihe ışık tutmak adına sonunda söylemiş olmasından dolayı, kendisini takdir etmek isterim. Ben bunları Sultanahmet’te ‘Kartel medyadır, apoletli medyadır’ bunları dediğim zaman bütün Türkiye ayağa kalktı. Ve benim siyaseten bitişimin başı olarak gösterirler bunu. Yani siyaseten benim kendi kendimi bitirişimin adımı olarak gösterirler. Yakın tarih bunu böyle tanımlar. Çünkü ondan sonra bana karşı husumet benim için dışarıdan bir takım lobicilerin, bir takım PR uzmanları getirilerek benimle ilgili bütün haberlerin şekillendirilerek aktarılmasının ve Türkiye’nin doğru haber alma hakkının ipotek altına girmesini sadece benimle ilgili değil her şeyle ilgili, ben onlardan sadece bir tanesiyim.
“Demirel, Refah ile koalisyon çok tehlikeli deyince, dondum”
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile görüş farklılığı nerede ortaya çıktı?
Bu görüş farklılığı ilk baştan itibaren ortaya çıktı. Şöyle; benim Refah Partisi ile ortaklık yapmamı istemediğini bizzat söyledi. “Bu çok tehlikeli, asker istemiyor” deyince ben dondum. ‘Efendim biz askerle mücadele ettik. Askerle mücadele edilir mi? Bizim kendi askerimiz… Ben terör mücadelesinde, ‘silah arkadaşım’ demişim onlara. Askerle mücadelem yok. Benim onlara, vatan için yaptıklarından dolayı müthiş bir saygım ve hatta şükranlarım var. Ben Güreş Paşa ile çok iyi yürüdüm, çok iyi yerlere geldik. Ama bu sürece geldikten sonra, bana duyulan o saygıyla birçok şeyi durdurdum.
Sayın Demirel, rahmetli Erbakan’ı da çağırıp söylerdi: ‘Asker ayakta, asker ayakta’. Rahmetli Erbakan gelir ‘asker ayaktaymış’ der. Biliyoruz askerin ayakta olduğunu yani… Sayın Erbakan askerle uzlaşmak istedi. Milleti adına bunu yapmak istedi. Millete bir fatura daha gelmesin diye. Söyledim ya, bir şey kanırtılıyor, bir şuur altındaki korku… O ipe giden Başbakan, darbeler dönemlerinin korkuları kanırtılıyor… Dolayısıyla burada bu hep vardı. Bize askeri kanattan da geliyordu, benim askerle yakın arkadaşlarım da vardı. Başkanlık divanında vardı, Sayın Cumhurbaşkanı bizzat bunu söylüyordu. Dolayısıyla görüş ayrılıkları oradan itibaren başladı.
“Demirel’den ‘hükümetin laikliğe karşı eylemi yok’ yazılı cevabını aldım”
Sincan’da tanklar yürüdüğü zaman siz o sırada Cumhurbaşkanı ile görüşüyordunuz? O görüşmenin içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Sincan’da tankların geçtiği gün ben tesadüfen Sayın Cumhurbaşkanımızın yanındaydım. Kendisine suallerim vardı. Sonra onu yazılı olarak da verdim. Devletin arşivlerinde vardır o sualler. Devamlı bizden çok büyük bir sıkıntı içindeler. Hep laiklik karşıtı olduğumuz, hükümet olarak. Türkiye’nin büyük bir tehlikenin beklediğini. Bir takım televizyon programları yapılıyor, bir takım senaryoların laikliğe karşıt olacak şeyler gündeme getiriliyor vs. Ondan önce de Sincan Belediye Başkanı’nın yapmış olduğu bir toplantı var.
Toplantıda aynı zamanda İran sefiri çıkıyor hakikaten laikliğe karşı birçok laf ediyor. Ve Türkiye ayakta. Bütün gazeteler ayakta, şu ayakta bu ayakta… Ben de o sırada İçişleri Bakanlığı bizim ukdemizde koalisyon içinde. Ben göreve getirdim ama gözüm üstünde. Çünkü bir kadın olarak getirmişiz İçişleri Bakanını. Güvenlik mücadelesinde de çok etkinim. Çok iyi bildiğim, başarılı olduğumuz alan. Gözüm her an üzerinde. ‘Hemen, burada ne oldu? Bunun gereğini yapın’ dedim. Bunun gereğini yapmak da o kadar kolay değil. Çünkü koalisyon ortağımızın belediye başkanı ama bu olmaz. Koalisyon protokolünde bunlar yazılı. Sayın Erbakan ile bizim iyi bir ortaklığımız oldu. Çünkü koalisyon protokolünde ne yazdıysak, ona saygı gösterdi. Ben de gösterdim, kendileri de gösterdi. Ve biz Sincan Belediye Başkanını görevden aldık.
Sadece o olmadı. Ben hemen Dışişleri Bakanlığı’nda şunu söyledim; ‘Derhal, büyükelçi memleketine yollanacak’. Memleketine yolladık. Aynı zamanda İstanbul başkonsolosunu da yolladık. Şimdi uçlar olabilir… Şu olur bu olabilir. Olaylar da olabilir. Öyle düşünenler, eylemi yapanlar da olabilir. O zaman da bilmem şununla polis karşı karşıya geldi. Gelir… Şimdi olmuyor mu? Oluyor. Evvelden de olmadı mı? Oldu. Her zaman oldu. Bu aşırı görüşler olur. Mühim olan hükümetin bunun karşısında ne yaptığıdır. Biz hükümet olarak ne yapmışız? İran ile karşı karşıya gelmişiz. Kolay mı İran ile karşı karşıya gelmek? Göndermişiz büyükelçilerini, İstanbul konsolosunu geriye.
Kendi koalisyon ortağımızın belediye başkanını görevden almışız. Ben de Sayın Cumhurbaşkanına diyorum ki; ‘Mühim olan onun bunun ne yaptığı değil, hükümetin ne yaptığı. Hükümette siz laikliğe karşı bir şey görüyor musunuz? Ben bunu yapmış mıyım, yapmışım. Belediye başkanını almış mıyım, almışım. Büyükelçiyi geri göndermiş miyim? Hükümette bir eksiklik var mı? Siz, şu hükümetin çıkardığı karar veya kararnamelerin hiç birine, yaptığı icraat, o bunu demiş şunu yapmış yemek yemiş değil… Hükümetin icraatlarında bir karşıtlık görüyor musunuz?’ Sesini çıkarmıyor, şöyle yapıyor, böyle yapıyor… Bir iki üç beş… O gün bunu sordum. Sonunda yazılı olarak sordum. O gün değil ama sonra bana yazılı olarak da yanıt verdi. Bu devlet arşivlerinde var. Verdiği cevapta da, ‘Evet! Hükümetin böyle bir eylemi yok. Bende böyle düşünmüyorum ama böyle düşünenler var!’ verdiği cevap bu oldu.
“Tanklar yürüdüğünde komuta kademesini görevden almak istedim, Demirel ‘İmzalamam’ dedi”
Tankların yürüdüğünü öğrendiğinizde komuta kademesine yönelik tasarrufta bulunmak istediniz mi?
Çıktık Cumhurbaşkanlığından. Koruma müdürüm dışarda bekliyor. Koruma müdürüm dedi ki, “Sincan’da tanklar yürüyor.” Ben de tam çıkıyorum. Geri döndüm. ‘Sayın Cumhurbaşkanı böyle böyle… Tanklar yürümüş’ dedim. ‘E canım’ dedi. ‘Eğitim içindir.’ Dedim ki ‘Bak bu daha evvel olan olaylar için ise bu hükümete karşıysa, bunun hiç bir yasal dayanağı yok. Mutlaka yasal süreç başlatılmalıdır. Bu yasal sürecin başlatılacağı makam burasıdır. Devlet Denetleme Kuruludur. Dedi ki ‘Bak sen bir defa komuta zincirini bozdun.’ Güreş’in süresini yapmıştım. ‘Bir daha bu olmaz’ dedi.
Yani bana demek istiyor ki, bir daha görevden almaya kalkarsan bunları, çünkü ben onu ima ediyorum. Yasal süreç ne demek? Bunu ima ediyorum. ‘Alacağız bunları. Alınması lazım, sen de bizimle beraber ol’ diyorum ona… Devlet Denetleme Kurulu’nu işlet. Bu yasal mesnedi olmayan bir şey ise eğer, çıksın ortaya. Eğer yasal bir mesnedi yoksa bu o zaman çıkar ortaya. Mesele yok, ama yasal bir mesnedi varsa bu hükümete karşı bir gösteriyse o zaman bunun gereğini yaparız. Bu ne demek? Alırız demek… ‘O zaman komuta zincirini bozma bir daha’ diyor bana. Diyor ki ‘ben imzalamayacağım’ demek… ‘Ben imzalamam, bozdurmam’ diyor…
“Erbakan bir daha darbeyle gitmek istemiyordu, askerle uzlaşmak istiyordu”
Sincan’da tankların yürütülmesiyle ilgili Başbakan Necmettin Erbakan’ın tavrı nasıldı?
Hemen Sayın Erbakan’a gittim. Dedim ki ‘Sincan’da durum böyle.’ Aslında Sayın Erbakan icraat yapmak istiyordu. Millete hizmet etmek istiyordu. Bir defa daha darbeyle gitmek istemiyordu. Erbakan, askerle uzlaşmak istiyordu. ‘Canım, askerler bizi seviyorlar aslında’ dedi. Ben dedim ki ‘Şu anda, sizin teftiş kurulunuz var. Bunu işletmenin tam zamanı’… Dedi ki ‘Askerler, millet işte rahatsız olmasın. Milleti üzmeyelim. Millete hizmet çok iyi gidiyor.’ Gerçekten de çok iyi gidiyorduk ekonomide. 95’de yüzde 8, 96 yüzde 8’e yakın. 97’de Refah Partisiyle birlikte 8.3 büyüme yakaladık.
Neyse bütün bunlar Refah Partisiyle çok iyi gitti. Biz tamamen milletin yanındaydık. Borçları bir araya getirdik. Tüm KİT’lerin borçlarını, orada bayağı bir tasarruf sağladık. Esnafa, çiftçiye, küçük işletmelere çok ciddi kaynak aktarımları oldu. Yani millet memnundu. Sayın Erbakan bu memnuniyet devam etsin istiyordu. Çıktı dedi ki, Sayın Erbakan, ‘canım her Cumhuriyet Bayramı’nda da tanklar yürüyor. 200’den fazla tank yürüyor’ dedi. Tabii biz içeride ne yaparsak yapalım Sayın Erbakan ile dışarı çıktığımızda birbirimize en büyük saygıyı gösteren iki kişi olduk her zaman. Çok nazikti, bana karşı inanılmaz bir nezaket içerisindeydi. Kendisi de çok zarif birisiydi gerçekten. Yani yakından tanıyanlar bunu bilirler. Ve o dönemde, bu hikâyelerle yolumuza devam ettik.
“Türkeş, ‘Seçime sizin listelerinizden girelim’ dedi”
Alpaslan Türkeş’inde Refah-Yol kurulmasın şeklinde Süleyman Demirel’e Refah-Yol kurulmasını engelleyin demeyi var. Türkeş’in sizi arayıp size bir sözü oldu mu?
Sayın Alpaslan Türkeş aslında benimle beraber bizim listelerimizden seçime girmek istedi. Bir yerden de emanet etmek istedi. ‘Sen terörle mücadelesini o kadar iyi yaptın ki, bizim partimiz için son derece önemli. Benim sağlığım şu olur bu olur ama bu takdir edilecek bir şey. Onun için biz sizin listenizden seçimlere girelim’ dedi. Biz birlikte seçimlere gidiyorduk. Bir yerde partisini emanet ediyordu. Bizim listelerimizle girilecek. O zaman ki kanunlar öyle, ancak listelerden girdiğiniz zaman girebiliyorsunuz. Bizim çok iyi diyaloğumuz vardı.
Ama diyorum ya bu darbeler, milletin vicdanında yakın tarihimizin şuurunda siyah beyaz resim değil tek başına, hançer gibi vurulmuş, şuurlara işlenmiş, resim değil sadece, yaşamış millet. 60 ihtilal, 71 ihtilal, 80 ihtilal, 90’da gelmiş. Refahyol’da kurulmuş. Bu ihtilalleri istemiyorlardı. Yoksa benimle arası çok iyiydi Sayın Türkeş’in. Onların genel idare kurulları bizim genel idare kurullarımız çalıştı, listelere kadar yaptık. Ama sonra doğu ve güney doğu milletvekilleri bu konuda daha farklı direnç gösterdiler. Onların milletvekilleri de öyle bir direnç gösterdi. Son dakika da bozuldu. Bu iki parti zamanın Anavatan ve Millet partisi gibi birlikte girecektik. Rahmetli Türkeş, benim hastalıklarım var, rahatsızlıklarım var bu uzun vadeli birlik olsun istedi.
“Faili meçhullerin büyük bölümü PKK’nın kendi içinde ve Hizbullah ile vuruşmasıdır”
Susurluk hadisesinin ardından, 26 Kasım 1996 tarihindeki grup toplantısında “Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” sözünüz çok tartışıldı. Geriye dönüp baktığınızda bu söz için ne düşünüyorsunuz?
Devlet için demişim, hukuk için demişim. Devlet demek hukuk demektir. Devlet dediğiniz şey hukuk dışında hiçbir şey değildir. O zamanlar, özellikle güvenlik güçlerine karşı çok büyük bir saldırı başlamıştı. Güvenlik güçlerinin polisini, güvenlik güçlerinin komandolarına, güvenlik güçlerinin her türlü işlevlerine toplumda infial yaratılmak isteniyordu. Bu infiali önlemek istedim ben. Benim yapmak istediğim güvenlik güçlerini korumaktı. Ama bunu tabi ki de hukuk içinde devlet için, devlet dışı bir şey bahsetmiyorum ve yahut da derin devletten bahsetmiyorum.
Devlet diyorum, hukuk diyorum, bunun içinde atılan her bir kurşun şereflidir. Bunu söylemekten daha doğal hiçbir şey düşünemiyorum. Benim ima ettiğim o. Benim ima ettiği o. Ve o sırada da tabi ki herkesin bilmediği şeyler var. Faili meçhuller filan vardı. Faili meçhullerin çok büyük bir bölümü o sırada PKK’nın PKK içinde vuruşması ve Hizbullah ile vuruşması bütün bilgiler bizim önümüzdeydi. Bunların devlette her zaman, her şeyi, her an söylenmez. Dolasıyla onun söyleneceği yer var, söylenmeyeceği yer var.
Ben güvenlik güçlerimizi korurken dedim ki ‘devlet içinde, hukuk içinde kurşun atanda kurşun yiyen de bizim için değerlidir’ bunu söylemekten daha doğru ne olabilir? Bunu başka yerlere çekmenin hiçbir anlamı yok. Karşınızda bir anne Tansu Çiller var. Ben bunca yıl buradayım. Başka bir yerde değilim. Ne dokunulmazlığım ne de hiçbir şeyim var benim. Bundan başka bir şey söylemeyeceğim. O kadar açık ki, benim için o kadar açık ki.
“Ağar tecrübeliydi, Akşener’in hiçbir bilgisi yoktu”
Siz çok kritik süreçte iki İçişleri Bakanı ile çalıştınız; biri Mehmet Ağar diğeri Meral Akşener. Hangisiyle daha rahat çalışma ortamı buldunuz?
Şimdi Akşener benim o dönem de göreve getirdiğim birisiydi. Hiçbir tecrübesi yoktu. Hiçbir bilgisi yoktu. Ben onu kendi bilgime dayanarak onu oraya getirdim. Bir demokrasi mesajıydı. Bir kadında bulunsun şeklinde bir şeydi. Kendisi de 6 aydan biraz fazla görev yaptı, gözlerim hep üstündeydi. Yani dolasıyla benim dediğimin dışına çıkması söz konusu değildi. Benim dediğimin dışında adım atması söz konusu bile değildi. Sayın Ağar, daha uzun yılların birikimiyle gelmişti. Sayın Demirel de kendisine teveccüh göstermiş birisiydi. Onunla da çok uzun yıllar beraber çalıştık. Ama sonuç itibariyle onun istifasını ben istedim. Ve istememin sebebi de daha çok o sıralarda imza atmıyordu. Yani bir yerde hükümetin kararlarını bloke etmeye çalıştı. Kendisi iyi bir içişleri bakanıdır. Tecrübeli bir içişleri bakanıdır Ağar…
“28 şubat MGK toplantısında Karadayı benim gözüme bakamıyordu”
“28 Şubat 1997 Tarihli Milli Güvenlik toplantısına Başbakan Yardımcısı sıfatıyla katıldınız. Daha öncede Başbakan olarak Milli Güvenlik Kurulu’nda defalarca yer aldınız. 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısıyla başbakan olarak katıldığınız MGK toplantıları arasında ne gibi fark vardı?
Çok büyük bir fark vardı. Şöyle; ben eskiden Milli Güvenlik Kurulu’na girdiğim zaman, olağan dışı saygıyla karşılanırdım. Ön kapılara kadar indirerek, benim bir sözümün iki edildiğini duymadım. Sayın Güreş Paşa’nın bir lafı vardır; ‘Tak diyor tuk diye cevap veriyoruz’ öyleydi. O terör mücadelesinde çok büyük bir hizmet verilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri bugünde, o günde her zaman da. Bakmayın! Şu çıkar bu olur! Türk Silahlı Kuvvetleri bu milletin gözbebeğidir. Göz bebeği olmasa Türkiye çok şey kaybeder. 09.44: Dolasıyla burada olan şey farklı şeydi. Burada olan şey vücut dilinden tutunda power point ile işte Sayın Başbakan’ın bütün konuşmaları, yüz mimiklerine kadar, yaptığı şu toplantının şusu, şu söyledikleri bu söyledikleri gösterilir olmuştu. Bunları zaman zaman ben, başka çıkışla değiştiriyordum. Mesela Sayın Karadayı.
O Çelik Harekâtı’nda daha Zaho’dan Bamerni’ye kadar beraber gittiğimiz, bütün Irak’ın kuzeyini temizledikten sonra kolay bir şey değil. Ben oraya gittiğim zaman tüm Avrupa ayağa kalktı, Amerika ağaya kalktı. Girebiliyor musunuz şimdi? Irak’a kolay mı? Şimdi değil herhangi bir zaman. Şimdi çok şey yapıldı, şu sıralarda çok şey yapıldı. Ama kolay değildi o zamanlar, sokmazlar. Sabahlara kadar uğraşıldı. Bütün Avrupa sustu. Avrupa sustu düşünebiliyor musunuz? Bu Avrupa’yı Allah vermeye. Amerika sustu. Orta doğudan tık çıkmadı. Biz girdik. Nereye giriyorsunuz? Petrol bölgesine giriyorsunuz. Dünyanın petrol bölgesine giriyorsunuz. Ve ucu açık diyorsunuz. Ne zaman çıkacağım belli olmaz diyorsunuz. Ne zaman iş biterse o zaman diyorsunuz. Ve inandırıyorsunuz bunu. O her bir liderle ben ayrı ayrı onu yaptım, ayrı ayrı. Zaman zaman geri dönerlerdi ‘hala bitmedi mi?’ ‘hayır bitmedi’ cevap bu. Cevap bu. Hiçbir şey yok. Kolay bir olay değil. Oralar bütün temizlendi. Askerlerimiz geri geldi ve biz Karadayı ile birlikte sınırda birlikte karşıladık.
O Karadayı oturuyor 28 Şubat’ta benim gözüme bakamıyordu. Benim gözüme bakamıyordu. Çünkü onu temin eden bendim. O Türk Silahlı Kuvvetlerinin oraya girmesini temin eden bendim. Biliyordu, adım attırmazlar. O saygı yere bakmaya dönmüştü. Vücut dilleri farklıydı. Ve sıkıntılı sadece bu anlattıklarım sadece Milli Güvenlik Kurulu malum 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu değildi, yavaş yavaş o hale geldi.
“‘Komuta kademesini görevden alalım’ dedim, Erbakan reddetti”
MGK toplantısının ardından Erbakan ile yaptığınız ilk görüşmeniz nasıl geçti? Neler konuştunuz?
Fakat Sayın Erbakan hocamız Allah rahmet eylesin bu arada. İtidal ile götürmeye çalıştı. Onun aklında hep hizmete devam vardı. Ne olursa olsun hizmete devam. Ama onun hemen ertesinde ben kendisini birkaç defa ziyarete gittim. Bakın dedim ‘Bu olmaz. Ben bu Milli Güvenlik kurullarına çok girdim. Milli Güvenlik Kurulları netice itibariyle tavsiye kararı verir. Milli Güvenlik Kurulu demokrasinin gereği bize bağlıdır. Milletin iradesini temsil ediyor meclis. Böyle olmaz ve Başkanlık divanında birkaç arkadaşımı tezekkür ettim. Genelkurmay başkanı ve bütün kuvvet komutanları dâhil liste hazırladım. Gittim kendisine bunları görevden alacağız, istifa ettireceğiz’ dedim. ‘Aman! Bunu hiç kimse duymasın! Duyulursa çok büyük bir gerginlik olur. Dedim ki ‘Olsun gerginlik.’ Dedi ki, Cumhurbaşkanı imzalamaz. ‘Biliyorum!’ dedim.
Bizzat kendisi söyledi Cumhurbaşkanı’nın imzalamayacağını. ‘O zaman da erken seçime gideriz’ dedim. ‘Erken seçim bu Meclis’ten çıkmaz’ dedi. ‘Çıkmasın, biz bunu yapalım! Çıkmayınca ne olacak? Bir şekilde millete gitmenin gereği çıkacak. Bütün bunlar olmuş, milletle de paylaşmış olacaksınız. Bu durumda nasıl devam edeceksiniz?’ dedim. ‘Parti kapatılır’ dedi. ‘Kapatılacak, zaten kapatılıyor.’ Dedim. O süreçte de zaten başlamıştı kapatılmaya. Ama o 28 Şubatı, böyle bir süre durdurduk. En sonunda birkaç defa gidip bu şekilde konuşmalardan sonra önümüzde iki şey kaldı. ‘Beklemez bu. Ya dediğimi yapacağız’ ki doğrusu budur. ‘Gidelim Cumhurbaşkanı reddetsin.
Cumhurbaşkanı da bir demokrasi mücahidi olarak oraya gelmiştir. Biz onu demokrasinin taçlandırılması olarak Doğru Yol Partisi olarak oraya taşıdık, dava arkadaşları olarak. Biz öyle düşünüyorduk hakikaten. Buna hayır diyemez, hayır dese kendisi Demirel olmaktan vazgeçmiş olur. Şimdi Demirel ayrı bir isim. Dolasıyla bunu kabul eder, etmez, etmeyeceğini ben de düşünüyorum. Doğru. İhsas da etti, daha ihsasın ötesine de taşıdı, bu da doğru. Ama biz bunu yapalım. Seçime gideriz, meclis seçime götürmez. Ya yok biz gereğini yapalım, keselim şunu. Yani demokrasinin kılıcı gibi. Ya yok bu çok büyük bir gerginlik yaratır. Millete fatura çıkar. Bütün bunları düşünüyordu. Samimiydi yani koltuk davası değildi. Hakikaten. Geçirmiş olduğu şeylerin üzerinde bıraktığı izlerle bir kez daha millete yaşatmamak isteği vardı.
“MGK kararlarını bizden sonraki hükümetler şakır şakır uyguladı”
28 Şubat kararlarıyla ilgili hükümet ortağınızla nasıl bir formül buldunuz?
O zaman dedim başka şey daha var. O zaman bunları imzalayacağız. Bu bir tavsiye niteliğindedir. Bütün bakanlara bu iletilecek, bütün bunlar. Bütün bakanlar görüşecek, görüşlerini belirleyecek. Kanun yapılması gerekiyorsa Meclis’e götüreceğiz. Meclis’te kimsenin iradesine hâkim olamazsınız. Meclis’te ne çıkarsa o dur. Bu süreç budur. Ya o ya o… Böyle yapalım diye düşündük. Tamam dedim ben, imzamı atıp çıktım. O yine arkadaşlarıyla çok büyük zorlukları var tabi. Görüyorum. O benim zorluklarımı görüyor ben onun zorluklarını görüyorum. Biz iyi ortaktık. Yani nitekim sonra o da imzaladı. Ama tekrar ediyorum. Millet zarar görmesin. Millet biz geldik diye zarar görmesin.
Yine bir ara dönem, yine ara rejim olmasın. Her Refah Partisi geldiğinde bu olur, olmasın. Yani samimiyeti buydu. Ve imzaladı. Verildi. Biz bakanlıklara yaydık bunu. İmzalanmasa eğer nasıl yayarsınız. Bütün bakanlıklara yayıldı. Bütün bakanlılara yayıldıktan sonra karşı görüşlerini bildirdiler. Bize o söyledikleri şeyleri yaptıramadılar. Hakikaten de yapılmadı. Ama bizden sonra ki hükümetler işte oraya geleceğiz, işte şakır şakır yapıldığını gördük.
Amerika Birleşik Devletlerin tavrını nasıl buldunuz?
Onur Öymen benim müsteşarım oldu. Öymen çok iyi bir bürokrattır, bir de kitap yazdı. Bizim partiden değildir ama. Amerika’nın içinde olmadığı bir darbe yok gibi bir şey. Beni de kara listeye aldılar Kardak’tan dolayı. Bunları söylediğimden dolayı vs. Sadece biz değiliz, yapılan birçok darbede bütün dünya darbelerin hepsinin arkasında bir biçimde Amerika’nın öyle ya da böyle dâhil.
28 Şubat’ın arkasında da ABD mi var?
Şüphesiz! Ecevit’in önüne Apo nasıl geldi sanıyorsunuz? Ecevit’in kendisi de söyledi ‘Neden getirip bana verdiler? Anlamadım’ dedi.
“Apo’yu yakaladık, ‘Kaç’ diye ihbar gitti”
Bülent Ecevit azınlık hükümetinin Başbakanı olmasaydı. Terör örgütü elebaşı teslim edilmez miydi?
Apo’yu biz zaten yakalamak üzereydik. Yakaladık! Beni ihbar ettiler. Oldu, diye ihbar ettiler. Sonra gazetelere de çıktı ihbar da. Ben onlara girmeyeyim. İsimler üzerinden konuşmayayım. İstihbaratta var bütün bunlar. Biz onu yakaladığımız zaman ‘kaç’ diye ihbar gitti ona. Apo yakalandı. Ama Apo’ya kaç denildi. Bizden dendi bu. Bunun istihbaratı da var.
DYP’de art arda istifa haberleri geldikçe ne hissettiniz? Bu istifalar bireysel kararlar mıydı? Yoksa partinize dışarıdan bir müdahale miydi?
REFAH-YOL’un bitirilme süreci, işte o yıkıcı bir süreç oldu. İşte o Sincan hadiseleri, şunlar bunlar vs. bitti. O arada tabi bir de Batı Çalışma Grubu çıktı ortaya. Batı Çalışma Grubu’nun çıkması da bu sürecin parçasıdır aslında. Batı Çalışama Grubu da kabul edilebilir bir çalışma değil. Bütün bunlardan geçtik. Ve netice itibariyle o hale geldi ki bir parti kurduruldu. Partiden Cumhurbaşkanı’nın haberinin olmaması mümkün değil. DTP diye parti kuruldu. Bizim arkadaşlar hatta buna derleme toplama parti dediler. Fakat bu işlevsel bir parti haline geldi. Demokrasiyi bitirme partisidir aslında. Ama öyle değil kendilerini demokrasiyi kurtarma partisi görüyorlardı.
“Şantaj ve havuçla DYP’yi parçaladılar”
Doğru Yol Partisi neden hedef seçildi?
Mesele şuydu; Meclis’te milletin getirdiği çoğunluğu azınlığa çevirecekler. Milletin azınlığı da başka iradeye teslim edilerek çoğunluk yapacaklar. Nasıl yapacaklar? Bunun için hedef seçildi. Neresi? Doğru Yol Partisi. Neden Doğru Yol Partisi? Doğru Yol Partisi darbeleri bizzat yaşarken Zincirbozan da vs. Aynı zaman da merkez sağ. Merkezin bütün medyasını, bütün kurumlarını, hepsine son derece duyarlı. 28 Şubat bir süreç. Sadece askerin üzerinde yığılı değil. Bu sürecin içinde sivil toplum örgütleri var, beşli çete deniliyordu o zaman. Bütün işveren sendikaları, o işveren sendikasının başındaki işveren kişi, benim sevdiğim, beni de seven birisi, bana gelip bizzat demiştir ki; ‘Para toplanıyor, bu parayla bir partiye transferler yapılacak, sizden transferler yapılacak. Sadece o değil hepinizin hayatı tehlikede.’ Bizi sevdiği için geldi. Bazıları öyle değil, bazıları bizi sevdiği için. Benim ipim cebimde diye çıktığım birçok zamanım oldu ya! Yani bu tarz da oldu. Bunlar yaşandı.
Geliyorlar partiden birisini alıyorlar. Biz hangi otele götürdüklerini biliyoruz. O otele gidiyor. O otelde hepsi üşüşmüş başına onu da biliyoruz. Bir başka emniyetli arkadaşımızı, çok güvendiğimiz arkadaşımızı oraya yolluyorum. Git bak bakalım yardım et diye. Onun önüne şantaj ya da başka bir şey koyuyorlar. 11 tane böyle alınan milletvekili zorla kurdurulan hükümetin bakanı oldu zaten. Yani ya şantaj ve yahut da bir havuç veriliyor. Dolasıyla darmadağın oldu. 50 milletvekili azaldı 293’ten. Bizim 293 milletvekilimiz var. Refah Partisi 1’nci Parti, Doğru Yol Partisi 2’nci. Biz 50 milletvekili azalttık böylece. 135 milletvekilimiz var. 24.53 Bir parti parçalandı. Param parça edildi, heder edildi. Ayrı bir parti kuruldu. Ayrı partinin kurulduğunu herkes biliyordu. Niçin kurulduğunu herkes biliyordu. Nitekim oraya bütün transferler birleşti. Ve en son ben ve Sayın Erbakan ile bir araya geldik. ‘Hükümet edilemez hale getiriyorlardı.’ Kanun da bunun adı zaten darbe. Bunun adı hukuki olarak o.
“‘226’yı bulun gelin’ diyen zihniyet Anavatan’a hükümet kurdurdu”
Ve dedi ki Sayın Erbakan, protokolü işletelim. Sayın Erbakan, 18 Haziran’da Cumhurbaşkanına gitti istifasını verdi. Millet bizden memnun ama öyle bir rahatsızlık yaratılıyor ki, hükümeti işletilemez hale getiriyorlar. Bu aslında darbe, nüansıydı orada. ‘Ben ayrılıyorum. Tansu Çiller’i ve partisini destekliyorum. Onun Başbakanlığı’nda devam edeceğiz.’ Hemen ertesi gün, Meclis çoğunluğunu getirdim Sayın Cumhurbaşkanı’nın önüne. İmzalı, noterden tasdikli. O sırada Muhsin Yazıcıoğlu bana geldi, ‘Başbakan olarak hitap ediyorlar, o zaman da Sayın Erbakan başbakan.
Biz hükümetin sizin başbakanlığınızda kurulmasına destek vereceğiz. Bunun içinde arkadaşlarımı ikna etmeye çalışıyorum, olanlar var olmayanlar var ban biraz zaman verin.’ dedi. Bunu da söyledim Sayın Demirel’e. Dedim ki; ‘Bu çoğunluk değil daha da üstü. Büyük Birlik Partisi’nde 7 milletvekili var bunlarla birlikte bir basın toplantısı yapacağız.’ O zamana kadar Sayın Demirel’in bir lafı vardı; ‘226’yı bulun gelin.’ 450 milletvekili var ya 226’yı bulun gelin. Biz de 278, 282’yi götürdük. ‘İmzalı, noterden geliyor, birkaç saat bekleyin.’ Ertesi gün saatleri beklemedi, ne Büyük Birlik Partisi ile bizim şeyimizi bekledi.
Biz onun Mesut Yılmaz’a görev vermesinden bir süre sonra Büyük Birlik Partisi ile birlikte olduğumuzun açık mesajını basın toplantısında Muhsin Yazıcıoğlu’yla verdik. Görebiliyor musunuz? Bütün bunlar varken, kendi çoğunluğumuz var, Büyük Birlik partisi şey veriyor, ona rağmen 226’yı bulun getirin diyen zihniyet Sayın Cumhurbaşkanı, götürüyor Anavatana veriyor.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hükümeti kurma görevini size vermediğinde ne hissettiniz? Demirel’in böyle bir tutum sergilemesini bekliyor muydunuz?
Ciddi olarak çok büyük bir düş kırıklığı hissettim. Çünkü biz orayı, Doğru Yol Partisi’nin Demokrat Parti’den gelen bu misyonun, bir büyük mücadeleyle Sayın Demirel’i Cumhurbaşkanlığı’na taşıyışı olarak gördük. Darbelere karşı taşıyışı olarak gördük. Ben yasaklı mahzenlerde olan Demirel’in yanında başladım siyasete. Bu bir seçimdi. Biri orada biri burada.
“Askerler Erbakan’ı bırakmam karşılığında başbakanlık teklif etti”
Siz, Sayın Erbakan Sayın Süleyman Demirel’e görevi iade ettiğinde Mesut Yılmaz’a görevin verileceğini biliyor muydunuz? Hiç aklınızdan böyle bir şey geçti mi?
Vallahi arada daha önemli bir şey oldu. Sayın Erbakan da biliyordu. Olabileceğini biliyordum. Olabileceği benim kulağıma kaçırılmıştı. O sırada bana aynı zamanda Başbakanlık teklifi geldi. Askeri kanattan. Dediler ki bırak bunu. Bırak bunu Başbakan sen olacaksın. Ve bunu Sayın Erbakan duymuş. Ben elimin tersiyle ittim ve dedim ki bakın, ben milletin olmadığı yerde olmam. Yani bak Mesut Yılmaz’ı yapıyoruz sen olabilirsin onun yerine. Hani duyum aldın mı diyorsun ya. O duyum hem kulağıma kaçırıldı. Hem de bir yandan da sen ol, bak asker de seni istiyor aslında. Çünkü Mesut Yılmaz’ın terör mücadelesiyle arası biraz açıktı.
“Askerlerin teklifini reddedince erbakan’ın gözleri doldu”
Peki size o Başbakanlık teklifi geldiğinde, karşılığında sizden ne istemişlerdi? Ya da bir şey isteyecekler miydi?
Tabi ki isteyeceklerdi. Olmaz olur mu 28 Şubat’ın bütün hepsinin, orada yazılı olan her şeyin yapılmasını isteyecekler. Nitekim onu yaptırmadılar mı? Nitekim onu yaptırdılar. Fakat Erbakan, bunu duydu. Ve geldi bana dedi ki, gözlerinde hüzün vardı ama. Çok duygusaldı aynı zamanda. Çok hüzünlüydü. Dedi ki ‘istihbaratı geldi’ dedi. Size verilen şeyin istihbaratı. Ben arkadaşlarıma, size güvenebileceğimizi söylemiştim hep dedi. ‘Şimdi daha da fazla ifade edeceğim, bunu millet için yaptınız’ dedi. ‘Bu zorlukları en iyi ben bilirim’ dedi. Çok duygusaldı.
“Darbenin altında kaldık, bedeli millet ödedi”
Askerlere bire bir görüşmelerinizde Refah Partisi’ni anlattınız mı?
Bakın bu bir uzlaşma büyük bir uzlaşma ve kendi içinde bir devrim bu. Çok iyi ekonomik olarak Refah Yol devam ediyor. Ben bunu askere de anlatmaya çalıştım. ‘Bırakın, bunu böyle yapmayın’ dedim. Milletin, netice itibariyle özellikle gençlerimizin hafızalarında yer alsın. Biz Refah Partisi ile karşı karşıya olan 2 partiydik. Hatta Anadolu’da ‘kadından imam olmaz dolayısıyla da Başbakan olmaz’ denilirdi. Bütün bunlar bizim kulağımıza da gelirdi. Bu 2 parti uzlaştı. Koalisyon gereği Sayın Erbakan’ın ağzından, ‘Sayın Çiller Başkanlığındaki bir hükümeti destekliyoruz’ denildi. Daha sonra hatta beraber olacağımızı konuştuk. Bunların hepsi kendi içinde çok büyük açılımlardı.
Çok büyük devrimlerdi. Çok büyük bir uzlaşmayı getiriyordu. Belki biz bütünleşmenin de üstesinden gelecektik. Sadece devletle milletin barışması değil. Bir büyük, belki darbeler dönemi o zaman kapanacaktı. Belki vesayet dönemi o zaman kapanacaktı. Belki ayrışmadan bütünleşilecekti. Bütün bunların imkânları vardı. Tansu Çiller mağdur olmuş, Doğru Yol Partisi’nin genel başkanı kim olsa o olacaktı mağdur. Benim partim çok mağdur oldu. Paramparça oldu. O da doğru ama en çok demokrasi yara aldı bir kez daha. Tabii Refah Partisi kapatıldı. Biz gerçekten darbeyi alıp altında kalan olduk. En büyük bedeli aslında millet ödedi.
“En fazla demokrasinin yanında yer almayan Demirel’e şaşırdım”
Siyasi rakiplerinizin de 28 Şubat’a karşı aldığı pozisyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyasi rakiplerimiz belliydi. Çok ilginç değil mi? Mesela Sayın Ecevit aslında Refah Partisi ile koalisyon kurmuş. Üstelik de Kıbrıs Harekâtı olmuş. Bu kadar birlikte olmuşlar. Hiç oralı olmadı. Ben ona gittim anlattım, ‘Bu sırada uzlaşmanın gereği var’ dedim. Onu duymazdan geldi. Demirel de yapmış Refah Partisiyle. Ama o başından beri çok ciddi bir endişe içindeydi yani. Bunun tekrarıyla ilgili bir endişe içindeydi. Aslında bu aşamada bir defa bana Sayın Erbakan dedi ki, ‘Sayın Ecevit ve Sayın Demirel anlaştılar’ dedi. Hangi konuda? Dedim. ‘Sayın Ecevit’le beraber, eğer bu yolda ilerlerlerse, bundan sonra kurdurulacak hükümetler ve daha sonrasında bu 5 artı 5 gündeme gelecek’ dedi.
İstihbaratı iyiydi Sayın Erbakan’ın. Duyardı birçok şeyleri söylerdi. Ben de dedim ki ‘5 artı 5’e daha çok var, biz daha buradayız.’ dedim. Bu dahi konuşuldu yani. Anavatan Partisi ve Mesut Yılmaz zaten yapmak istemişti bir ara. Ama olmadı. Bütün bunlardan sonra aslında olmamasının ana sebeplerinden biri de benim özverimdi. Sağı bütünleştirme çabam, vizyonum, amacım, heyecanım vardı. ‘Darbelerle bölünmüş bu şeyi bütünleştirirsek bir istikrar gelir Türkiye’ye’, o vardı. Ama bütün bunlara rağmen gerçekten demokrasinin yanında yer almadılar. En fazla doğrusu Sayın Demirel’e şaşırdım.
Sizi bu süreçte en çok hayal kırıklığına uğratan şey neydi?
Bütün bu süreçte hayal kırıklıkları devamlı yaşadık yani. Yaşanmaz olur mu, çünkü ekonomi iyi gidiyor, iyi şeyler yapıyorsunuz, dengeler oturuyor. Benim “5 Nisan” kararlarından sonra baktığınız zaman üst üste üç yıl OECD birincisi olduk biz büyümede. 3 yıl üst üste. Kolay bir şey değil. Son yılı da Refah Partisi ile birlikte olduk. Yani çok iyiydi. Demirel’in bir lafı vardı. ‘Ekonominin çok iyi olması hiçbir şey ifade etmez, darbe yapılacaksa yapılır’ derdi. Ben de bunu böylece görmüş oldum.
“DYP devlet eliyle, ANAP millet eliyle tasfiye edildi”
Kimilerine göre “post modern darbe”, kimilerine göre “demokrasiye balans ayarı” Başbakan Tansu Çiller’e göre 28 Şubat nedir?
Bakın ben bunu en çok da gençlerimize söylemek istiyorum. Çünkü gençlerimiz bunu anlamalılar. Anlatacaklarımı tekrar edip tekrar gençlere döneceğim. Bakın eğer bir Batı Çalışma Grubu kuruluyorsa bir ülkede, Genelkurmay’ın içinde bir birim olarak. Bu birim camiye gidenleri, camide neler konuşulacağını kendi personeliyle fişliyorsa… O yetmiyor ikinci bir yazıda Genelkurmay tarafından imzalanmış, gene bilirsiniz siz kim olduğunu isimlere girmiyorum belli o. Diyor ki, bütün okullar, imam hatip okulları, girilecek, laiklik karşıtlığı var mı yok mu herhangi bir şey yapılıyor mu yapılmıyor mu, bütün partiler, yerel gazeteler, bütün sendikalar fişlenecek diyebiliyorsa, buna demokrasi falan demek mümkün mü? İki kartel medyası var.
Bunlardan biri tutup diyebiliyorsa ki ‘biz sadece genelkurmayı dinledik, hükümeti yok’ saydık. Onun gücü yoktu. Biz onlar ne dediyse onu bastık. Yargı brifingler önünde ayakta durduysa, alkışladılarsa, üniversiteler keza bunu yaptıysa, bütün sivil toplum örgütleri her biri, bunun içinde bir darbe koalisyonu gibi yer aldıysa ve ondan sonra yetmiyormuş gibi, çoğunlukla gittiğin bir rakamla ‘226’yı bulun getirin 450 milletvekili var’ diyen Cumhurbaşkanı, ‘bu görevi verdiğiniz çoğunluğa rağmen aman bekle 1-2 saat, BBP ile 280 küsuru getireceğim, 290’a yaklaşıyor’ dememize rağmen tutup 1 günde 24 saat içinde azınlığa bu görevi veriyor ise ve o görevi verdikten 1 gün değil 2 gün değil 1 hafta 2 hafta, kurdurulmuş olan bir başka partiye, derleme toplama partisi diyoruz DTP’ye, 50 milletvekili transfer ediliyorsa 135 milletvekilinden yani 293 toplamdan 50 azaltılarak, milletin gönderdiği iradeyle o çoğunluk azınlık yapılıyor ve o azınlık bir başka iradeye teslim ediliyorsa, bu korkutularak ve bu milletvekili transferleriyle otel odalarında korku salarak, şantajlarla kimisine bir takım ikbal sözleriyle, 11 tanesi bunların bakan yapıldı sonradan.
Ve bu hükümet hükümet edemez hale getirildiyse eğer, bunun o milletvekillerini alıp kelepçelerle dışarı çıkarıp o hükümeti hükümet edemez hale getirmekten hiçbir farkı yoktur. Böyleyse bu tam anlamıyla bir darbedir. Dolayısıyla bu belki klasik anlamda tek bir noktada tek bir kesit değil. Bu bir süreç. Belki tek bir güç karşısında da değil, bu bir darbe koalisyonuyla artı dış güçler. Bunun içinde sivil toplum örgütleri var, bunun içinde gazeteler var. Kendi ağızlarından ifade. Bunun içinde şantajlar var tehditler var. Her şey var.
Ve bu halde bir azınlık bir başka iradeye teslim ederek çoğunluğun iradesine el koyabiliyorsa ki o milletin iradesi, onun adı darbedir. Başka hiçbir ismi yoktur. Burada tabi şunu söylemek gerekir. Evet! Bizler mağdur edildik, Tansu Çiller mağdur edildi. Bu önemli değil, benim partim mağdur edildi. Bakın o parti devlet eliyle parçalandı daha sonraki seçimlerde. Ondan sonra Doğru Yol Partisi devlet eliyle, Anavatan Partisi de millet eliyle tasfiye edildi. Merkez topyekûn tasfiye edildi bu süreçte.
28 Şubat’ın ekonomik faturasıyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Bu sürecin sonucunda Ecevit hükumetini gördü millet. Bu ara rejimin sonucudur. Ondan neleri hatırlıyoruz? Ondan 2 şeyi hatırlıyoruz. Fırlatılan anayasa kitapçığı hatırlıyoruz. Sonra başka neyi hatırlıyoruz batan bankaları hatırlıyoruz. Bu bankaların, resmi rakamları söylüyorum şimdi, bu bankaların toplam millete faturası 291 milyar dolar. 46 milyar dolar sadece batan bankaların kendi yükleri. Millete, fatura millete. Bakın şimdi şunları şöylece bir karşılaştırın.
Bu 291 milyar doların 46 milyar doları batan bankaların doğrudan yükü. Şimdi yapılan projelerden bahsediyoruz. Marmaray var ya 3-4 milyar dolar. Düşünün 291 milyar dolar nerede, 3-4 milyar dolara yapılmış bir Marmaray. Üçüncü köprü 4 milyar dolar. Başından beri itiraz ediliyor, edilir edilmez. Muhalefetin hakkıdır muhalefet de eder. Derler ki kanal İstanbul açılmasın. Maliyeti büyük. 12 milyar dolar diyor iktidar.
Bu projenin muhalifleri 20 milyar dolar diyor. Ama o darbenin sadece batan bankalar kanalıyla maliyeti 291 milyar dolar. 100 bin dolar bugün tek bir kişinin istihdam açması için gerekli yatırım. 4 milyon insanımız var. Bu 291 milyar doları bir hesap edin. Bu bugünkü işsizliğin yüzde 70’ini yok ederdi. Bu maliyetleri genç nesiller bilsinler.
“AK Parti vesayeti, darbeler dönemini kapadı”
İstiyorum ki bizim Z jenerasyonumuz, ondan sonra alfa geliyormuş. Biz böyle adlar veriyoruz gençliğimize. Bilsinler bu darbelerin ne olduğunu. Bakın millet ne yaptı. Bir başka partiye yol verdi. AK Parti’ye. Orada yaptığı bir şeyi inkâr edemeyiz. Bu millet, iyisiyle kötüsüyle tarih yargılayacaktır, her şeyi yargılayacaktır. Ama bu parti bu vesayeti ve bu darbeler dönemini kapadı. Millet bunu unutmaz.
Ama şimdi önümüzde bir başka şey daha var. Milleti bütünleştirmemiz lazım. Genciyle, yaşlısıyla, merkez sağın yeniden canlandırılması. Ruhunun en azından canlandırılmasıyla. Bu milleti tekrar bütünleştirme gibi bir misyonumuz var. Ancak demokrasinin standardının en yüksek olduğu bir seviyede ve bu platformda uzlaşmayı becerirsek, biz bunların hepsini yaparız.
[UHA Haber Ajansı, 28 Şubat 2021]