Türkiye’nin Yeni Anayasa Arayışı ve Eski Anayasalara Referanslar
* Yerel seçimler sonrası başlayan partiler arası görüşmeler ve uzlaşı çağrıları, yeni anayasanın önümüzdeki aylarda siyasetin önemli başlıklarından birisi olmaya devam edeceğini gösteriyor.
* Yeni anayasa konuşulurken tartışmaları alevlendiren hususlardan birisi de bazı siyasetçilerin eski anayasalara yaptığı atıflar olarak karşımıza çıkıyor.
Ankara Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğr. üyesi ve SETA Ankara bünyesinde yeni anayasa, hükümet sistemleri, yargı ve insan hakları alanlarında çalışmalar yürütmekte olan Cem Duran Uzun, “Türkiye’nin Yeni Anayasa Arayışı ve Eski Anayasalara Referanslar” başlıklı yazısında, Yerel seçimler sonrası başlayan partiler arası görüşmeler ve uzlaşı çağrılarının, yeni anayasanın önümüzdeki aylarda siyasetin önemli başlıklarından birisi olmaya devam edeceğini gösterdiğine dikkat çekiyor.
Cem Duran Uzun, Yeni anayasa konuşulurken tartışmaları alevlendiren hususlardan birisinin de bazı siyasetçilerin eski anayasalara yaptığı atıflar olarak karşımıza çıktığını hatırlarak, şunları söylüyor:
“1921, 1924 ve 1961 Anayasalarına referans veren konuşmalar kısa sürede çeşitli anlamlar yüklenerek ve bazen de zorlama yorumlarla eleştirilere sebep oluyor. Türkiye elbette yeni anayasa yaparken derin anayasa tecrübesinden faydalanacaktır. Ancak her hâlükârda hazırlanan metin günümüzün anlayışına ve ihtiyaçlarına uygun yeni bir anayasa olacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye’nin hiç de hafife alınamayacak bir anayasacılık birikimi vardır. Türk anayasa tarihi ilk anayasal belge olarak kabul edilen 1808 Sened-i İttifak ile başlatılır. Sened-i İttifak’ı birer anayasal belge olan Tanzimat ve Islahat Fermanları takip etmiş ve ilk yazılı anayasa Kanun-i Esasi, 1876 yılında kabul edilmiştir. Bu tarihlere göre, ülkemizde anayasacılık fikri, yani devlet iktidarının kanunun üstünde bir norm ile düzenlenmesi ve temel hakların korunması düşüncesi, iki yüz yılı aşkın bir süre önce başlamış ve o tarihten bu tarafa çeşitli aşamalardan geçerek gelişmiştir.
Nitekim Alman hukukçu Cristian Rumpf, Türk anayasacılığının bu tarihsel birikimini şu cümleler ile ifade etmektedir: “Anayasa tarihinin ayrıntılı olarak incelenmesi, Osmanlı İmparatorluğundaki makropolitik demokrasi kurumlarının, Avrupa’da ortaya çıkan benzerlerinden sadece birkaç yıl gecikmeyle izlendiğini gösterir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Almanya’dan daha fazla demokrasi deneyimi vardır.” (1)
“1876 Kanun-i Esasi kanunlardan üstün ve katı olması sebebiyle biçimsel bir anayasa özelliğini taşımaktaydı” diyen Cem Duran Uzun, ” Ayrıca devletin kuruluşunu ayrıntılı bir şekilde düzenlemiş ve temel hakları o dönemki koşullar itibariyle eksiksiz bir biçimde tanımıştı. Yargı bağımsızlığı ve hâkimlik teminatları konusundaki güvenceleri ise neredeyse günümüz standartlarındaydı. Anayasanın ilk şeklinde yasama ve yürütme hala büyük oranda padişaha bağımlı olsa da 1909 değişiklikleri ile tam bir anayasal monarşi kurulduğunu ve parlamenter demokrasinin tüm anayasal kurumlarının hukuki anlamda düzenlendiğini söylemek mümkündür. II. Meşrutiyet itibariyle kuvvetler ayrılığı, parlamenter monarşi ve demokratik kurumlar açısından döneminin en iyi anayasalarından birisi de Kanun-i Esasi olmuştur” diyor.
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanununun, İstiklal Savaşı koşullarında 23 maddelik kısa bir anayasa olarak hazırlandığını hatırlan Uzun, “1876 Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmadığı için ikili bir anayasa düzeni söz konusu olmuştu. Anayasada devletin biçimi ve niteliklerine yer verilmediği gibi yargı ve temel haklar düzenlenmemişti. “Hakimiyet bilakaydü şart milletindir” hükmü ile ilk defa milli egemenlik ilkesine kapı açmıştı. 23 maddelik bu kısa Anayasa’da 14 maddenin (m.10-23) taşra teşkilatına ve yerel yönetimlere ayrılarak ademi merkeziyete ve yerel yönetimlere önem verilmesi dikkat çekici” olduğunu vurguluyor.
Ankara Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğr. üyesi Cem Duran Uzun, Yeni anayasa tartışmalarında 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na yapılan atıfların, genelde yerel yönetimlere ilişkin benzer talepler olarak algılanmakta ve eleştirilmekte olduğunu ve ayrıca zorlama yorumlar yapılarak, ilk halinde Cumhuriyete yer verilmemesi ve laiklik gibi niteliklerin olmaması sebebiyle, yeni anayasada da bu ilkelerin olmaması isteği olarak değerlendirildiğini ve bazılarının ise 1921 Anayasasının hazırlanma yöntemindeki farklı kesimlerin katılımıyla sağlanan çoğulculuğa vurgu yaptığına dikkat çekiyor.
“1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ise genel hükümleri, devletin kuruluşu, temel haklar, anayasanın üstünlüğü ve katılığı konusundaki düzenlemeleri ile o dönem için bir anayasanın sahip olması gereken temel unsurlara sahipti” diyen Cem Duran Uzun, şöyle devam ediyor:
“Nitekim 1950 yılına dek CHP’nin tek parti döneminde, sonrasında ise 27 Mayıs 1960 darbesine kadar çok partili dönemde uygulanmış ve bazı eksiklerine rağmen çok partili demokrasinin de ihtiyaçlarını karşılamıştır.
Günümüzde 1924 Anayasası’na yapılan referanslar ise genellikle Meclise ve özellikle Meclisteki çoğunluğa tanınan üstünlüğe yönelik bir talep olarak algılanmaktadır. Bu anayasa çoğunlukçu bir anlayışla hazırlanmış ve Meclis çoğunluğunu sınırlayacak anayasal araçlara sıcak bakmamıştır. Bu nedenle günümüzde 1924 Anayasasını örnek göstermek, yine niyet okuyuculuk yapılarak iktidara dönük anayasal sınırlamaları istememek olarak yorumlanıp eleştirilmektedir.
1961 Anayasası, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası, askeri rejim döneminde, toplumun geniş bir kesimi dışlanarak, asker ve sivillerden oluşan bir kurucu meclis tarafından hazırlanmış ve referandumda kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur. Anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe 1961 Anayasasının temel felsefesi ve getirdiği yenilikler genellikle övülmekte, anayasanın üstünlüğünü ve kuvvetler ayrılığını tesis ettiği, daha özgürlükçü, demokratik ve çoğulcu bir anayasal düzen kurduğu vurgulanmaktadır. Ancak bunların yanında 1961 Anayasası askeri bir darbenin ürünü olmasının sonucunda vesayetçilik başta olmak üzere birçok sorunla doğmuştur”.
1961 Anayasası ile devlet içerisinde bir takım anayasal vesayet odakları oluşturulduğuna dikkat çeken Uzun,” Vesayetçilik, siyaset ve siyasetçiye güvensizliği ifade eden ve çoğunluk iktidarını belirli bürokratik denetleme mekanizmaları ile denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan bir devlet anlayışıdır. Anayasa’daki Cumhuriyet Senatosu, Cumhurbaşkanlığının düzenlenişi, yüksek mahkemeler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin anayasal konumu ve Milli Güvenlik Kurulu gibi birçok kurum anayasal vesayet araçları olarak tasarlanmıştır” diyor.
Ankara Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğr. üyesi Cem Duran Uzun, Anayasa tartışmalarında 1961 Anayasası’na gönderme yapıldığında ise birçok kişinin 27 Mayıs darbesi ve Anayasa’daki bu vesayet izlerini anlamakta ve bu göndermeye tepki göstermekte olduğunu ve 1961 Anayasası’nı örnek almayı önerenlerin tekrar siyasi iktidar üzerinde bir takım bürokratik vesayet araçlarını getirmeyi amaçladığının belirtildiğini ifade ediyor.
Cem Duran Uzun, “Görüldüğü üzere her bir anayasa, siyasi tarihimizde bir anlam taşımakta ve bunlara yapılan referanslar bazı toplum kesimleri tarafından bu anlamları ile eleştirilmektedir. Yeni anayasa çalışmalarında bu tartışmalara hapsolmak ve bu tartışmalar içerisinde patinaj yapmak hiçbir fayda sağlamayacaktır. Olumlu ve olumsuz yönleriyle bütün bu anayasalar bizim tarihimizde yerini almıştır. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bütün bir milletin içerisinde kendisini bulabileceği katılımcı ve uzlaşmacı bir yöntemle hazırlanacak yeni anayasaya bu tecrübeler de katkı sunacaktır” diyor..
(1) Cristian Rumpf, Türk Anayasa Hukukuna Giriş, çev. Burak Oder, Ankara: Friedrick-Naumann Vakfı Yayını, 1995, s.5.
***
Yazar hakkında
Cem Duran Uzun