Ketojenik diyet ve ötesi…
* Ketojenik diyet doktor ve diyetisyen kontrolünde uygulanmalı, bireyin biyokimyasal değişiklikleri yakından takip edilmeli ve mevcut sağlık durumuna göre hazırlanmış bir beslenme planı oluşturulmalıdır.
* Tedavi tamamlandıktan sonra ise sağlıklı karbonhidratların bireyin diyetine yeniden eklenmesi önemlidir.
UHA / İnternational News Agency
Uzm. Diyetisyen Banu Topalakçı Salman, Ketojenik veya “keto” diyeti konusunda yaptığı açıklamada, Ketojenik veya “keto” diyetinin, yüzyıllardır belirli tıbbi durumların tedavisinde kullanılan düşük karbonhidratlı ve yağ açısından zengin bir beslenme planı olduğuna dikkat çekti.
Banu Topalakçı Salman, 19. yüzyılda ketojenik diyetin, diyabetin kontrolüne yardımcı olmak için yaygın olarak kullanıldığını belirterek, 1920’de epilepsi semptomlarını iyileştirmeye yardımcı olmak için (özellikle diğer tedavilerden iyileşme göstermeyen çocuklarda) etkili bir tedavi olarak tanıtıldığını hatırlattı.
“Ketojenik diyetin temel dayanağı, diyetteki karbonhidratların çok düşük tutulması, protein ve yağın değişen düzeylerde tutulması” olduğunu ifade eden Salman, şunları söyledi:
“Klasik ketojenik diyet, günlük olarak vücut ağırlığının kilogramı başına bir gram protein, toplam 10-15 gram karbonhidrat içeren, geri kalan kalorinin ise yağlardan alındığı bir diyet olarak tanımlanır. Ketojenik diyetlerin diğer popüler düşük karbonhidratlı diyetlerden farklı olmasının ana nedeni, bu diyetlerin vücudunuzu, enerji kaynağı olarak karbonhidrat yerine depolanmış yağları yakmaya başladığı “ketoz” adı verilen metabolik bir duruma sokmayı hedeflemesidir. Yani bu diyetin amacı ketozu tetiklemektir. Ketoz durumunun kilo kaybını tetiklemek için metabolik yolları değiştirdiği, kan lipit profillerinde (kolesterol vb) iyileşme sağladığı ve pek çok psikiyatrik duruma olumlu etkisinin olduğuna dair yapılan çalışmalar bulunmaktadır”
Peki “ketoz” ne demektir?
Banu Topalakçı Salman, normal koşullar altında vücudun, enerji üretimi için öncelikli olarak karbonhidratlara bağımlı olduğunu belirterek, İnsülin hormonunun, glikozdan elde edilecek enerji için çalıştığını ve vücutta mevcut karbonhidrat miktarının azaldığında insülin salınımının da azaldığına vurgu yaptı.
“Başlangıçta glikojen formunda depolanan glikoz yakıt olarak kullanılabilir” diyen Salman, “ancak üç ila dört gün sonra bu tükenir. Bu noktada ise depolanan yağ en kolay bulunabilen yakıt haline gelir ve serbest yağ asitlerine parçalanarak karaciğerde keton üretimi için hazır olur” dedi.
Uzm. Diyetisyen Banu Topalakçı Salman, Keton üretiminin öncelikle açlık ve uzun süreli egzersiz zamanlarında görülse de çok düşük karbonhidratlı bir diyetle de ketonun üretildiğini ve bu duruma vücudun metabolik olarak girdiği “ketoz durumu” denildiğini hatırlattı.
Ketojenik Diyetin Olası Faydaları
- Yapılan çalışmalar, ketojenik diyetin vücut ağırlığı ve kan şekeri kontrolü üzerinde dikkate değer faydalarının olmasının yanı sıra, aşırı kilolu ve Tip 2 Diyabet (T2DM) hastalarında lipit profillerinde iyileşme sağladığını da ortaya koymaktadır.
- Ketojenik diyet, vücut ağırlığını, karın bölgesi yağlanmasını, HbA1c’yi (3 aylık kan şekeri ortalaması) ve bazı kan lipitlerini azaltabilir, HDL (iyi kolesterol) düzeylerini artırabilir.
- Ketojenik diyet, vücut ağırlığını azaltarak, obeziteye bağlı T2DM’nin gelişimini ve ilerlemesini azaltabilir.
- Yapılan bazı çalışmalarda ise, keto diyetinin diyabetin yanı sıra, Alzheimer hastalarındaki bilişsel bozuklukların kısa ve uzun vadede tedavisine yardımcı olabileceği gösterilmiştir.
- Kanser tedavisi ile ilgili yapılan bazı çalışmalara göre; ketojenik diyet muhtemelen kanser hücreleri için elverişsiz bir metabolik ortam yaratır ve bu nedenle hastaya özgü çok faktörlü bir tedavi olarak umut verici bir adjuvan (kanserin nüks etmesinin önlenmesi) olarak kabul edilebilir. Çeşitli klinik çalışmalar ise, kanser tedavisinde ketojenik diyetin standart tedavilerle kombinasyon halinde kullanımını savunmaktadır. Bununla birlikte, ketojenik diyetin bir tedavi olarak mekanizmalarını daha fazla aydınlatmak ve klinik uygulamadaki uygulamasını değerlendirmek için daha fazla moleküler çalışmaya ve aynı şekilde kontrollü klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
***