Tutsak edilemeyen varoluş: ‘Koleksiyoncu’
Tiyatrocu, Yönetmen ve Eğitmen Veysel Sami Berikan, başarılarına başarı katmaya devam ediyor. Usta Yönetmen ve oyuncu olan Berikan geçtiğimiz günlerde İzmir’de Batı Sahnesi’nde yönetmenliğini yaptığı, İngiliz roman ve deneme yazarı John Robert Fowles’ın ‘Koleksiyoncu’ adlı oyunundan son tiyatro alanında önemli bir ses getirdi.
Kendisi gibi usta bir tiyatro ve dizi oyuncusu olan ,12 Ağustos 1976 yılında İstanbul’da doğan Cem Uçan, 2012 yılında Acayip Hikayeler dizisi ile oyunculuk kariyerine adım atarak, 2014 yılında rol aldığı Filinta dizisi ile adını duyurdu.
Cem Uçan, John Robert Fowles’ın ‘Koleksiyoncu‘ adlı oyunuyla ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu.
John Fowles‘un 1963’te yayımlanan ilk romanı Koleksiyoncu bir kelebek koleksiyoncusu olan Frederick Clegg’in (Fred), yirmi yaşındaki sanat öğrencisi Miranda Grey‘i kaçırarak şehirden uzakta bir evin mahzeninde tutsak etmesini anlatır. Romanın hikâyesi neredeyse bu tek cümleyle özetlenebilir fakat Fowles kurguda doğrusal bir olay örgüsüyle devam eden hikâyeyi ikiye bölerek karakterleri farklı bakış açılarıyla okurun karşısına çıkarır. Bu bölünme, hem aynı olaya farklı gözlerden bakışı ortaya koyması hem de okurun hikâyenin bütünü hakkındaki yargılarını bir kez daha gözden geçirmesine yol açması nedeniyle etkilidir. Kitabı eline alan herkesin daha okumaya başlamadan hikâye hakkında bir fikir sahibi olduğu düşünüldüğünde, romanın bütününde gerilimin temel kaynağı “kaçırma, tutsak etme” temasında değil aynı olay karşısındaki iki karakterin insanlık durumunun başarılı bir şekilde yansıtılmasını sağlayan anlatı stratejisinde ve karakterlerin içinde bulundukları mekânlarla kurdukları ilişkinin karşıtlığında yer alır.
Aslında roman hakkında daha önce pek çok yazı yazıldı, hatta Fowles da bu ilk romanında tam olarak ne demek istediğini birçok yerde açıklamıştı. Benim ilgimi çeken konu, alt metinden bağımsız olarak, gerilimin sürekliliği sağlanırken karakterlerin yerleştirildiği mekânlar ve bu mekânlar ile karakter/anlatıcı seslerinin etkileşimi oldu. Bu amaçla Fowles’un roman boyunca uyguladığı anlatı stratejisinin özelliklerini ortaya koyarak karakterlerin anlatılarını ve içinde bulundukları mekânları ayrıştırmaya çalıştım.
Anlatıların Farklılığı ve Anlatıcı Sesi
Bilindiği gibi romanda toplam dört bölüm var. Birinci, üçüncü ve dördüncü bölümler Fred’in ben anlatısından oluşur. Birinci bölümde kaçırma, tutsak etme ve karakterler hakkındaki tüm bilgiler Fred’in bakışından sunulurken ikinci bölüm okuru zamanda geriye götürür. Miranda’nın, tutsaklığının yedinci gününde yazmaya başladığı anlaşılan günlüğü, aynı olaylara Miranda’nın bakışını ortaya koyar. İlk iki bölüme göre çok daha kısa olan son iki bölümde ise Fred, Miranda’nın ölümü ve sonrasında olanları anlatır. İki anlatının yapısal farklılıkları, bu farklılığın ortaya konuş biçimi ve roman zamanındaki sıralamaları karakterlerin anlaşılması açısından önem taşır.
Fowles’un iki karakterin anlatısı arasında yarattığı temel ayrım bu anlatıların zaman içerisindeki konumlarında kendini gösterir. Fred’in ben anlatısı tüm olaylar olup bittikten sonra gerçekleşmektedir, yani yaşananlar sonucunda Miranda ölmüştür. Miranda ise başına gelenleri, olaylarla karşılaştığı anda günlüğüne yazmaktadır, yani sonuçlar hakkında hiçbir fikri olmadan. İlk bölümde kaçırma ve tutsak etme hikâyesi Fred’in ağzından anlatılır. Okur daha ilk paragrafta onun hakkında bir izlenim edinir: “[…] bazen onu görürdüm. Akşam olunca bunu gözlem günlüğüme not ederdim, başlangıçta X, adını öğrenince de M diye” (7). Buradan Fred’in yazıyla bir ilişkisi olduğu anlaşılır, fakat “gözlem günlüğü” kelimeleri bir yabancılaşma yaratır. Yazının yazıldığı yer bir not defteri ya da günlük değil, “gözlem günlüğü”dür. Fred’in anlatısının gözlem günlüğüne yazdıkları olup olmadığına dair net bir ipucu olmamasına karşın anlatının duygulardan arındırılmış sesi, bilimsel bir gözlem günlüğünün satırlarını andırır. Fred’in şu sözleri onun okura seslendiği zamanı ve mekânı belirtmesi açısından önemlidir: “Buraya benim misafirim olarak gelmeden önce, saçlarını omuzlarına dökülmüş olarak görme ayrıcalığına yalnızca bir kere sahip oldum […]” (8). “Buraya” kelimesi Fred’in olayların geçtiği yerden konuştuğunu gösterir. Demek ki Fred’in anlatısının yapıldığı zamanda Miranda, Fred’in bulunduğu yere misafir olarak gelmiştir bile. Anlatıcı, roman hikâyesinin iç zamanına göre gelecekte bir noktadan (şimdiden) geçmişe bakmakta ve hikâyesini oradan anlatmaktadır. Bu geçmişe dönük anlatı Gérard Genette’in belirttiği gibi geçmişteki bir olayın taşıdığı anlamı, olay gerçekleştikten sonra yeniden düzenlemek ya da ona yepyeni bir açıklama getirmek için kullanılır (56). Fowles, analeptik temel içerisine yerleştirdiği proleptik anlatılarla Koleksiyoncu‘nun oldukça basit olan hikâyesini sürükleyici hale getirir. Proleptik anlatılar “mevcut hatıraların yoğunluğunun tanıkları”dır (69) aslında. Anlatıcı, şimdiki zamanda, geçmişe ait hatıraların etkisi altında, romanın iç zamanında aslında gelecekte olacak olaylara atıfta bulunmaktadır: “Daha sonra açıklayacağım ana kadar aramızda çirkin hiçbir şey yoktu” (Fowles, Koleksiyoncu 8). Bu proleptik anlatı stratejisinde Fred’in güvenilmez anlatıcı sesi, aslında hikâyesi daha ilk başta bilinen bir romanda, gelecekte olacaklara dair bir beklenti yaratır ve bu da gerilimi sürekli kılan ana etkeni oluşturur.
Bu sürekliliğin sağlanmasındaki diğer önemli etken karakterlerin ve okurun olaylar hakkında sahip olduğu bilgi seviyesiyle açıklanabilir. Mieke Bal, anlatılarda yer alan gerilimin okur ve karakterlerin metin içinde ne olup bittiğiyle ilgili farklı bilgi seviyelerine sahip olmasından kaynaklandığını savunur. Bal’a göre okur ve karakterin hikâyede ne olacağını bildiği durumda bir “gerilim”den söz edilemez (161). Koleksiyoncu‘da her ne kadar okur romanın hikâyesi hakkında bir fikir sahibi olsa da olayların nasıl gelişeceğinden habersizdir. Bu nedenle Fred’in alışılmadık karakteri ve sürekli olarak gelecekte olacaklara yönelik açıklamaları romanın gerilimi üzerinde etkilidir. İkinci bölümde Fowles’un, Miranda’yı gelecekteki olaylardan habersiz bir karakter olarak konumlandırması, Bal’ın sınıflamasıyla gerilimin “tehdit” algısıyla şekillenmesine yol açar (161). Burada okur hikâye hakkında bilgi sahibidir fakat Miranda, başına geleceklerden habersiz bir şekilde günlük tutmaktadır. Üçüncü bölümde gerilimi yaratan, karakterin (Fred) metindeki gelişmeleri bilmesi fakat bu kez okurun bilgi sahibi olmamasıdır. Okur üçüncü bölümde neyle karşılaşacağını bilmez, bilgiye okudukça ulaşır. Yine Bal’ın sınıflamasına göre bu durumda gerilim bir “sır-gizem”e dayanır (161). İki sayfadan oluşan son bölüm ise bu karmaşık anlatıya yeni bir yön verir: bu bölüm Fred’in Miranda’nın günlüğünü bulması sonrasındaki olayları anlatır. Okur aslında Fred’in dördüncü bölüme kadar Miranda’nın günlüğünden haberdar olmadığını öğrenir. Geriye dönük olarak düşünüldüğünde, her ne kadar anlatısını geçmişe bakarak yapıyor görünse de Fred birinci ve üçüncü bölümler süresince aslında günlükten ve Miranda’nın gerçek fikirlerinden haberdar değildir. Fred’in şimdiki zamanına ise kitabın en son cümlesinde ulaşılmıştır. Tüm hikâye geriye dönük bir biçimde anlatılırken son cümle o anı, şimdiki zaman vurgusu vererek aktarır, “bugünlük sobayı aşağıya yerleştirmekle yetindim” (Fowles, Koleksiyoncu 254). Bu farklılaşan anlatı stratejisi, okurun Fred’e bakışında değişikliklere yol açarken romanın geneli içerisindeki gerilimi ve sürükleyiciliği ayakta tutan temel unsuru oluşturur.
Bu anlatı stratejisinin diğer ucunda Miranda’nın günlük biçimindeki anlatısı yer alır. Günlük, yapısı itibariyle yazarın duygu ve düşüncelerini çoğunlukla özgürce dile getirdiği kişisel, mahrem bir alandır. Yazarının dışındaki gözler için yaratılmaz, bu nedenle de herhangi bir kaygı gütmeden kaleme alınır ve genellikle diğer gözlerden kaçırılarak saklanır. Bu özel alanın kitaplar aracılığıyla kamusal alana, yani okurun gözleri önüne taşınmasının ve bu türün ilgi çekmesinin ardında “görme, izleme” arzuları yatar. Aslında Fowles’un Miranda ismini seçmiş olması da tesadüf değildir (Fowles’un, Shakespeare’in The Tempest‘ine çok açık bir biçimde yaptığı metinlerarası göndermedir aynı zamanda). Miranda “hayran olmaya layık” anlamına gelir ve etimolojisi mirari/mirer/mirror (hayran olmak/bakmak/ayna) kelimelerine dayanır. Fowles, Koleksiyoncu‘nun bütününe yayılan “görme, izleme arzusu” temasıyla oynarken aslında okuyucunun da seyretmekten hoşlandığı gerçeğini gözardı etmez. Kurguyu bölerek anlatı düzeyinde yaptığı değişiklikle bu duruma okuru da ortak eder. Bunu yaparken de bir günlük biçimini seçmiş olması ayrıca anlamlıdır. Miranda’nın mahrem günlüğünün Fred tarafından bulunması ve dolayısıyla okurun gözleri önüne serilmesi ile okur da bu görme, seyretme, izleme eylemine katılır. Okur da, günlüğün satırlarında dolaşırken Fred gibi aslında ait olmadığı bir mekânın, Miranda’nın zihninin içerisindedir. Bu durum, Miranda’nın samimi, zaman zaman ukala ve kendini beğenmiş, tavırlarını ortaya koyarken aslında ilk bölümde Fred’in gözünden verilen “gerçekliğin” tekrar sorgulanmasına yol açar.
Fowles’un anlatı stratejisi ve bu strateji içerisinde karakterlerin konumu sayesinde anlatıcı sesleri önemli bir biçimde farklılaşır. Birinci bölüme hakim olan proleptik anlatıda Fred, ben anlatıcı olarak bir türlü okurun güvenini kazanamaz. Fred, belirli aralıklarla, romanda okurun karşılaşacağı olaylara dair bir şeyler söyleme isteği, bir sabırsızlık duygusu içerisindedir. Bu sabırsızlık hissinin arkasında iki şey yatar: olayların sorumluluğunu üstlenmekte yaşadığı zorluk ve kendini aklama çabası. Fred, okura seslendiği yer ve zamanda, romanın sonunda artık okurun da vakıf olacağı tüm gerçekleri bilmesine karşın bunların sonuçlarıyla yüzleşmemiş, sorumluluğunu almamış gibi durur. Aslında ben anlatıcı, genellikle okurun anlatıcı sesiyle özdeşleşmesinde kolaylaştırıcı bir etkendir fakat bu proleptik anlatı stratejisi Fred’in sesiyle birleştiği zaman bir tuhaflık ortaya çıkar. Daha 3. sayfada Fred belirsiz bir ifadeyle şöyle der: “Belki de her şey o zaman başladı” (9). Fred’in, hikâyesini bugünden geçmişe bakarak, her şey olup bittikten sonra anlattığı düşünüldüğünde henüz olayları net bir şekilde değerlendiremediği izlenimi ediniriz. Bu noktadan sonra anlatıcı sesi daha fazla dikkat çeker. (devam edecek-Fred’in Nesnelerle Olan İlişkisi: Arzu Nesnesi Miranda)
***
Yazar hakkında
Cem Uçan, 12 Ağustos 1976 yılında İstanbul’da doğdu. 2012 yılında Acayip Hikayeler dizisi ile oyunculuk kariyerine adım atan Uçan, 2014 yılında rol aldığı Filinta dizisi ile adını duyurdu. “Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam”, “Küçük Kıyamet”, “Nizama Adanmış Ruhlar”, “Kurt Kanunu”, “Sungurlar”, gibi yapımlarda rol alan Cem Uçan, başrolünü Engin Altan Düzyatan’ın üstlendiği “Diriliş Ertuğrul” dizisinde Aliyar karakterine hayat verdi. 2018 yılında “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman” ve “Kardeşim İçin Der’a” filmlerinde yer alan Cem Uçan son olarak yönetmen koltuğunda Osman Kaya’nın oturduğu Deliler Fatih’in Fermanı filminde Gökkurt karakterini canlandırdı.
[UHA Haber Ajansı, 30 Ocak 2023]