Türkiye’nin Ukrayna Politikası: Dengeli Aktivizm
Türkiye krizin ve işgalin başladığından beri takip ettiği kendine özgü politikasıyla bütün taraflardan farklılaştı ve hiçbir devletin başaramadığı somut çıktılar ortaya koydu. Türkiye’nin Ukrayna krizine bakışında etkili olan dört faktör bulunuyor: Karadeniz’e kıyıdaş olması, Ukrayna ve Rusya ile ayrı ayrı geliştirdiği ikili ilişkileri, Karadeniz’in anahtarı konumundaki boğazlara sahip olması ve NATO üyesi olması.
Prof. Dr. Ferhat PİRİNÇÇİ & Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi
Rusya’nın 24 Şubat’taki işgaliyle farklı bir mecraya evrilen Ukrayna krizinde savaşın birinci ayı geride kaldı. İşgalin ardından sürecin oldukça dinamik bir çerçevede geliştiği görülüyor. Tarafların çatışmanın birinci ayı sonunda sahip olduğu pozisyonlar ne işgalin başındaki gibi ne de krizin ortaya çıkışındaki gibi. Rusya işgal öncesinde ve işgalin ilk günlerinde Ukrayna devletini ve Ukraynalıları yok sayarak oldukça katı bir tutuma sahipken; Ukrayna, Rusya’nın uç taleplerini net bir şekilde reddetmekteydi.
Avrupa Birliği (AB) ve özellikle ABD ile İngiltere ise işgal öncesinde Rus saldırısını engellemek için büyük bir çaba sarf etmedi, bir anlamda Moskova’nın hatalı bir adım atmasını bekledi. Hatta işgalin ilk günlerinde AB tepki gösterirken ve ihtiyatlı bir tavır sergilerken, ABD ile İngiltere’nin de teşvikiyle Rusya’ya karşı hızlı bir şekilde harekete geçildi. Böylece bir yandan Ukrayna’ya işgal öncesinden çok daha fazla askeri destek verilirken, diğer yandan Rusya’ya karşı etkili ve seçilmiş ekonomik yaptırım kararları alınmaya başlandı. Türkiye ise krizin ve işgalin başladığından beri takip ettiği kendine özgü politikasıyla bütün taraflardan farklılaştı ve savaş sürecinde bu yazı kaleme alınana kadar hiçbir devletin başaramadığı somut çıktılar ortaya koydu.
Türkiye’nin Ukrayna Krizine Bakışını Etkileyen Faktörler
Türkiye’nin Ukrayna krizine bakışında etkili olan dört faktör bulunmakta. Bunlardan birincisi Karadeniz’e kıyıdaş olması, ikincisi Ukrayna ve Rusya ile ayrı ayrı geliştirdiği ikili ilişkileri, üçüncüsü Karadeniz’in anahtarı konumundaki Boğazlara sahip olması, dördüncüsü NATO üyesi olması.
İlkinden başlamak gerekirse, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Karadeniz’de oturmuş bir denge ve istikrar bulunmaktaydı. Karadeniz’e kıyıdaş olan Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’la kıyaslandığında, Türkiye en uzun kıyıya sahip ülke. Doğal olarak Karadeniz’de oluşan ve oturan dengenin muhafazasına önem veriyor. Rusya’nın 2008’de Gürcistan’a saldırması bu dengeyi Moskova lehine sarsarken, 2014’te Kırım’ın ilhakı Rusya lehine ve diğer kıyıdaş ülkeler aleyhine ciddi bir dengesizlik oluşturdu. Türkiye ilkesel, tarihsel, jeokültürel, jeostratejik vb. nedenlerle Kırım’ın ilhakına karşı çıktığını ve bunu reddettiğini mütemadiyen dile getirdi. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik son saldırısı ise bu dengesizliği bir kez daha ve köklü bir şekilde etkileme potansiyeline sahip. Bu nedenle Rusya’nın bu hamlelerinin dengelenmesi, Karadeniz’deki istikrarın muhafazası açısından önemli.
İkinci olarak Türkiye son 30 yılda Rusya ve Ukrayna ile ayrı ayrı nevi şahsına münhasır bir ilişki modeli geliştirdi. Parçalı iş birliği veya kompartımanlaştırma siyaseti olarak ifade edebileceğim bu ilişki modelinde iki ülke arasındaki sorunlar Ankara açısından dengeye oynamak şeklinde veya birini diğeriyle ikame edecek tarzda değil, ayrıştırılarak ele alınıyor. Kiev ve Moskova yönetimlerinin de farkında olduğu bu durum Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kriz boyunca sıklıkla “ne Rusya’dan vazgeçeriz ne Ukrayna’dan vazgeçeriz.” şeklinde ifade edildi.
Bu çerçevede kriz boyunca, hatta işgal sürecinde de Türkiye Kırım dahil Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygıyı vurgularken Rus işgaline de güçlü bir şekilde karşı çıkmış; Ukrayna ile başta savunma sanayii olmak üzere çeşitli alanlarda iş birliğini geliştirmiştir. Öte yandan Rusya’nın Ukrayna politikasına karşı çıksa da bu ülkeye uygulanan ağır yaptırım kervanına katılmamış; Moskova ile enerji başta olmak üzere çeşitli alanlarda yürüttüğü iş birliğini devam ettirmiştir. Bu başarılı ayrıştırma politikası sayesinde Türkiye ne Ukrayna nezdinde ne de Rusya nezdinde eleştirilere maruz kalmış; aksine, her ikisi tarafından da itibar edilen bir aktör olmuştur.
Üçüncü faktör, Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı Boğazlar ve Montrö Sözleşmesi’nin Türkiye’ye tanıdığı haklarla ilişkili. Ankara ilk olarak gerginliğin çatışmalara dönüştüğü noktada, durumu değerlendireceğini ve Montrö Sözleşmesi bağlamındaki haklarını gidişata göre çekinmeden uygulayacağını açıkladı. Nitekim değerlendirmeleri yapan ve durumu “savaş” olarak nitelendiren Türkiye, kısa bir süre sonra Boğazlar’ın savaşan tarafların askeri gemilerine kapatıldığını açıkladı. Bir yönüyle Türkiye’nin ve Karadeniz’in savaşın içine çekilmesini önleyen bu hamle, çatışan taraflar ve üçüncü ülkeler tarafından memnuniyetle karşılandı.
Dördüncü faktör olan NATO’ya bakıldığında ise Soğuk Savaş sonrası dönemde ittifakta SSCB kadar dayanışmayı arttırıcı büyük bir motivasyon kaynağı bulunmasa da farklı motivasyon kaynaklarıyla dayanışmanın sürdürülmeye çalışıldığı bir yapı bulunmaktaydı. Rusya bu motivasyon kaynaklarından birisi olmakla beraber, aslında 2008’de Gürcistan savaşı ve 2014’te Kırım’ın ilhakında bile günümüzdeki Ukrayna saldırısı kadar büyük bir tehdit algısı oluşturmamıştı. Bu bağlamda diğer faktörlerle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’nin NATO üyeliği, Ukrayna krizine bakışını etkileyen önemli bir dinamik. Nitekim gerek kriz sırasında gerek işgal aşamasında gerekse çatışmaları dindirme girişimlerinde NATO üyeliğini ve ittifakın sorumluluklarını göz önünde bulunduran ve zaman zaman bunu diğer aktörlere de hatırlatan bir Ankara profili bulunuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Cumhurbaşkanlığı Ofisi’nde Rusya ve Ukrayna heyetleri arasında yapılacak barış görüşmeleri öncesinde konuşuyor. (Murat Çetinmühürdar/TCCB-AA, 29 Mart 2022)
Türkiye’nin Ukrayna Krizine Yaklaşımı
Türkiye’nin Ukrayna’daki gelişmelere yaklaşımı, işgal öncesi dönem ve işgal ile başlayan dönem olmak üzere temelde iki boyutta ele alınabilir. Kırım’ın ilhakından 24 Şubat’a kadar olan (özellikle Rus askeri yığınağının arttığı) dönemde Ankara’nın temel önceliği, bölgede tansiyonun düşürülmesi ve krizin içinden çıkılmaz bir hal almasını engellemek oldu. Bu aşamada bir yandan Ukrayna ve Rusya ile ikili ilişkilerini gerginlikten etkilenmeden devam ettiren Türkiye, diğer yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından tansiyonun düşürülmesi için üzerine düşeni yapmaya hazır olduğunu ve sorunda arabulucu olabileceğini taraflara defalarca iletti. Bu dönemde gerilimin düşmesi aslında nispeten daha kolay olsa da gerek Rusya’nın uzlaşmaz tutumu ve Ukrayna’yı muhatap almaması gerekse ABD ve Avrupa ülkelerinin gerginliğin artmasına seyirci kalmaları (hatta zımni olarak bazı aktörlerin bu gerilimi dolaylı olarak artırmaları) nedeniyle Erdoğan’ın çağrıları karşılık bulmadı.
Rusya’nın saldırılarının başlamasından sonra ise çağrılarını ve girişimlerini artıran Ankara’nın temelde üç amaçla harekete geçtiği görülüyor. Bunlardan birincisi kısa vadeli: Türk vatandaşlarının (ve talep eden üçüncü ülke vatandaşlarının) çatışma bölgelerinden tahliyesinin sağlanması. Bu noktada Türkiye’nin Ukrayna ve Rusya ile kurduğu kendine özgü ilişki modeli nedeniyle Türk vatandaşlarının hem Ukrayna’nın batı sınırlarından hem de Rusya toprakları üzerinden tahliyesi mümkün olmuştur. Bunun yanı sıra Ukraynalıların da Rus saldırılarının yoğunlaştığı bazı yerleşim yerlerinden insani koridorlar açılarak tahliye edilmesinde Türkiye’nin de rol oynadığı biliniyor.
Türkiye’nin henüz devam etmekte olan orta vadeli amacı ise geçici (eğer mümkünse kalıcı) bir ateşkesin sağlanarak çatışmaların durdurulması ve taraflar arasında etkili bir diyalog kapısının aralanmasıdır. Bu çerçevede sahadaki gelişmelerin ve özellikle Türkiye’nin girişimlerinin etkisiyle uzunca bir dönem bir araya gelmeyen Rusya ve Ukrayna dışişleri bakanları Antalya Diplomasi Forumu marjında, Türkiye’nin ev sahipliğinde bir araya gelebildi. Bundan da önemlisi iki tarafın da görüşmenin ikili değil; Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun eşliğinde üçlü bir formatta yapılmasını talebi oldu. Somut bir sonuç alınamamış olsa da tarafların bir araya getirilebilmesi önemli bir başarıydı. Nitekim bu görüşmenin ardından Türkiye’nin girişimleri devam etti ve Bakan Çavuşoğlu Moskova’ya ve Lviv’e bir ziyaret gerçekleştirdi.
Türkiye’nin uzun vadeli amacı ise krize kapsamlı bir çözüm bulunması ve Doğu Avrupa ile Karadeniz’de kalıcı barışın sağlanması. Bu noktada orta vadeli amaç aslında bir ön koşul gibi görünse de Ankara’nın girişimleri orta ve uzun vadeli amaçları bir arada gerçekleştirmeye yönelik. Nitekim Rusya ve Ukrayna tarafları, çatışmaların ilk haftasının ardından Belarus’ta taktik ve teknik seviyede yürütülen görüşmeleri, 29 Mart’ta Türkiye’ye taşıdı. İstanbul müzakereleri olarak adlandırılabilecek bu görüşmeler, krizde gelinen en ileri diplomatik aşamayı temsil etmekte ve çözüme yönelik beklentileri artırmaktaydı. Nitekim müzakerelerin başında heyetlere hitap eden Cumhurbaşkanı Erdoğan “Artık görüşmelerden somut çıktılar alınması gereken bir döneme girdik. Bir an önce ateşkesin sağlanması herkesin faydasınadır.” şeklinde konuşarak aslında sadece Türkiye’nin değil, uluslararası toplumun beklentisini ifade ediyordu.
İstanbul müzakerelerinden de somut bir sonuç çıkmadı ancak tarafların belki de ilk defa önceki katı tutumlarını bir kenara bırakıp, çoğu müzakere edilebilir taleplerini dile getirmesi söz konusu oldu. Bu durumun gerçekleşmesinde Türkiye’nin etkisi ve katkısı tartışılmaz bir başarı niteliğinde. Bu başarı ise bir tesadüf değil; Türk diplomasisinin tecrübesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliği ve Ankara’nın taraflara adil yaklaşımı ile mümkün oldu. Bu noktada Türkiye’nin çatışmaların sonlandırılmasına ve kapsamlı bir çözüm bulunmasına yönelik girişimlerinin sona erdiğini söylemek mümkün değil. Bu girişimler, duruma bağlı olarak Ankara’nın kolaylaştırıcılıktan arabuluculuğa ve garantörlüğe kadar uzanan rolleri üstlenmesini içeriyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bu girişimlerin başarıya ulaşması için ısrarından vaz geçmeyecek gibi görünüyor.
Ukrayna Krizi Örneğinde Türk Dış Politikasının Ekseni Tartışması
Ukrayna krizinde ve savaş sürecinde Türkiye’nin politikaları ve girişimleri, taraflı-tarafsız birçok kesim tarafından takdir ediliyor. Bu durum ise akla bir dönem yurtdışında ve iç politikada sıklıkla kullanılan “Türk dış politikasının ekseni kayıyor” tartışmasını getiriyor. Örneğin yakın geçmişte İran’ın nükleer girişimleri nedeniyle ortaya çıkan gerginliğin azaltılmasında, Türkiye’nin Rusya ile savunma alanındaki ilişkileri geliştiğinde veya Suriye’de terörle mücadele politikası sırasında ABD ve Avrupa çevrelerinde Türkiye’nin ekseni kayıyor eleştirileri geliyordu.
Bu gelişmelerden özellikle son ikisi, sadece eleştiride kalmamış, bir anlamda Türkiye’nin “cezalandırılmasını” amaçlayan zımni ve sarih girişimlerde/yaptırımlarda bulunulmuştu. Zira Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları ve amaçlarını anlamaya çalışmak yerine politikalarını kategorik bir şekilde eleştiren ve reddeden bir anlayış hakimdi. Bu anlayışın ana kaynağı ise Türkiye ile ilişkileri geçmişte olduğu gibi aynı formatta yürütme alışkanlığıydı.
Oysa bu yazının ana konusu Ukrayna olmakla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonucunda ortaya çıkan durum aslında yapısal bir sorunun işareti. Diğer bir ifadeyle, mesele ne sadece Ukrayna ile ilişkili ne de Rusya’nın revizyonizmiyle. Mesele aslında kurgulanan kalıplara sığmayarak giderek daha sürdürülemez hale gelen uluslararası sistemin sorunu ve bu sistem ciddi bir dönüşümden geçiyor. Türkiye bu dönüşümü fark ederek bir yandan alternatif çözümler üretmeye çalışıyor diğer yandan karşısına çıkan meydan okumalara karşı kendisine özgü yanıtlar geliştiriyor. Bu nedenle Türkiye’nin Ukrayna politikası ne mensubu olduğu Batı ittifak sisteminde görülen “peşine takılma” şeklindeki yaptırım dalgasına uyum sağlama yönünde ne de Rusya ile yakın ilişkilerinden kaynaklı bu ülkeyi yatıştırma veya destekleme yönünde.
Buradan hareketle, Türkiye’nin dış politika ekseninin Doğu’ya kaydığı eleştirisine ve kayması gerektiği düşüncesine karşıyım. Ancak eksenin eskiden olduğu gibi sorgusuz bir şekilde Batı’da yer aldığını veya yer alması gerektiğini de düşünmüyorum. Daha ziyade Türkiye’nin dış politika ekseni yerine oturdu ve merkezi de Ankara. Ukrayna krizindeki Türk dış politikası bu durumun önemli bir tecessümü. Ancak Türkiye’nin bu durumunun eski alışkanlıklarından vazgeçme konusunda çok istekli olmayan veya uluslararası sistemin dönüşümünü anlamakta zorlanan taraflarca anlaşılması kolay değil. Türkiye’nin Ukrayna krizindeki girişimlerini görmezden gelme, önemini azaltma veya bu girişimlere gereken desteği vermeme yönündeki politikalar da büyük ölçüde bununla ilişkili. Ancak Türkiye’nin Ukrayna krizindeki politikasında görüldüğü gibi, kendine özgülüğü daha fazla ön plana çıkıyor ve etkisini giderek artırıyor. Bu durumun günün sonunda bütün taraflarca anlaşılması kaçınılmaz.
[UHA Haber Ajansı, 18 Nisan 2022]