Prof. Dr. Yasin Aktay Yazdı: Gazze’ye saplanan İsrail Lübnan’dan mı çıkış yolu arıyor?
İsrail’in, Hizbullah üyelerinin kullandığı binlerce çağrı cihazına yönelik aynı anda düzenlediği suikastı nasıl okumamız lazım? 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı ile yerle bir olan MOSSAD …
AK Parti Genel Başkan Başdanışmanı ve Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğr. Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay, “Gazze’ye saplanan İsrail Lübnan’dan mı çıkış yolu arıyor?” başlıklı bir yazı kaleme aldı:
İsrail’in, Hizbullah üyelerinin kullandığı binlerce çağrı cihazına yönelik aynı anda düzenlediği suikastı nasıl okumamız lazım? 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı ile yerle bir olan MOSSAD efsanesinin muhteşem geri dönüşü olarak mı? Yoksa onca yıldır bölgede İsrail’e karşı kendini simetrik olarak en büyük direnişçi veya kurtarıcı büyük güç olarak lanse etmeyi başarmış olan Hizbullah efsanesinin trajik çöküşü olarak mı?
Bir efsanenin geri dönüşü veya yenisinin hezimeti olarak okumaktan önce İsrail’in her aşamasında suç çıtasını daha da yükselterek, insanlık seviyesini de daha bir alçaltarak, her halükârda mücrimliğinde kendini aşarak sürdürdüğü saldırılarında yeni bir eşik aşmış olduğunu kaydederek başlamak gerekiyor tabii.
Bu saate kadar anlaşılan, İsrail’in bu olayda yaptığı şeyin doksanlı yıllarda kalmış bir teknoloji olarak çağrı cihazları üzerinden yazılım casusluğu yoluyla bir operasyon olmadığı. Bilakis olabildiğince basit bir mekanik müdahaleyle Hizbullah’ın bir firmadan binlerce satın almış olduğu cihazlara tedarik zincirinin bir halkasında el konularak içlerine bir patlayıcının yerleştirilmesiyle elde edilmiş bir sızma söz konusu. Bu sızmayı yapabilmiş olmak için tamamen güvene dayalı uluslararası ticarette bir güvenin çok kötüye kullanılması ve bir hırsız gibi o araya sızılması yeterlidir.
Belki savaşta her yol caizdir denilerek bu sızmaya da şapka çıkarılabilir. Ama neticesi sivil insanların, doktorların, hemşirelerin katledilmesi ve her şeyden önce bir ticari sürece güvenin alçakça bir suistimali olan bu operasyon İsrail’in büyüklüğünü, ince casusluğunu değil, sadece alçaklığını, gözü dönmüşlüğünü gösterir. Sadece savaşta değil, barışta da İsrail’e hiçbir şekilde güvenilemeyeceğini gösterir. Hem kendisine hem de kendisiyle iş birliği yapan hiçbir partnere asla güvenilmezliğini… İsrail’e destek veren firmaların ürünlerinin boykot edilmesi zarureti burada çok daha acil bir görev olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu firmalar her an İsrail lehine başka herkese her türlü kötülüğü yapabilir, ürünlerine biyolojik veya kimyasal her türlü zehir, patlayıcı ve her türlü madde yerleştirebilir. İsrail’e destek olan firmalara hiçbir şekilde güven olmaz. Müşterilerine her türlü kötülüğü yapabilirler.
İsrail’in bu kadar kötülüğü yapabilmesi onun büyüklüğünü veya istihbaratının efsanevi maharetini göstermez dedik. Gerçekten de bu operasyonları yapmak için sadece kötü olmak yetiyor. Yoksa bu maharet ve teknoloji, bu kötülüğü göze alabilecek her ülkede vardır. Bırakınız çağrı cihazlarının basit teknolojilerini bugün yazılım yoluyla telefonları birer silaha dönüştürmek aşağı yukarı yazılım biliminin en kolay işlerinden biri haline gelmiş durumda. Ama bunu yapmayı her ülke göze almaz. Çünkü bu kimyasal saldırıdan daha da kötü ve daha insanlık dışı bir suçtur.
Bu olayla birlikte İsrail’in neleri göze alabildiğini herkes bir kez daha görmüş oldu. Siyonizmin insanlık için nasıl büyük bir tehdit oluşturduğunu da. Ama bu saldırının MOSSAD’ın dillere destan istihbarat maharetine dair 7 Ekim’de Aksa Tufanı ile madara olmuş efsanesinin muhteşem geri dönüşü olarak kabul edilmesi yersiz. Doğrusu sadece bu olayla değil, Hamas liderlerinden Salih Aruri’nin Lübnan’ın Hizbullah kontrolündeki mahallesinde suikasta maruz kalması, yine diğer Hizbullah liderlerine yönelik aynı şekildeki suikastlar, Tahran’da Devrim Muhafızlarının kontrolündeki bir evde Hamas lideri İsmail Heniyye’nin nokta atışıyla vurulup şehit edilmesi gibi operasyonlarla ortaya çıkan bir bakıma MOSSAD’ın maharetlerine dair 7 Ekim’de rezil olmuş imajının düzeltilmesi görüntüsü. Bu operasyonların ciddi ve etkili istihbaratlarla, sızmalarla veya içerden yardımlarla gerçekleşmiş olduğu çok açık. Ancak bu operasyonların hiçbiri İsrail’i, 7 Ekim’de içine düştüğü rezil durumdan çıkarmıyor.
Bu arada İsrail’in MOSSAD’ının bütün bu başarılı sayılan operasyonlarının aynı zamanda Hizbullah’ın istihbarat ve güvenlik açıkları sayesinde kotarılıyor olduğu gerçeği sap gibi görünüyor. Sürekli dayak yemekte olan Hizbullah’ın dayak yemek konusunda İsrail ile iş birliği içinde olduğunu kimse söyleyemez elbet. Ama lafa gelince mangalda kül bırakmayan Hizbullah’ın, hele Suriye iç savaşı söz konusu olduğunda son derece becerikli ve mahir bir katliam makinası gibi çalışmış olan Hizbullah’ın İsrail’den sadece dayak yiyor olması ve şu ana kadar Suriye’de sergilediği maharetin binde birini sergilememiş olması dikkatlerden kaçmıyor. Hizbullah bu kadar da aciz değildi, olamaz, o halde ne?
Hizbullah’ın karşı koymada sergilediği aşırı orantısızlık bir yana süreç içinde İran ve Husiler ile İsrail’in karşısında sürekli düştükleri konumla yol açtıkları bir durum var. 7 Ekim’den bu yana Hamas ve İsrail arasında cereyan eden ve bütün dünyada İsrail aleyhine ve Filistin-Hamas lehine bütün algıları, duyguları, görüşleri ve siyasi tutumları belirleyen bir karşılaşma vardı.
Bu karşılaşmada Filistin davası kendini anlatma konusunda 1948 yılından beri yakalayamadığı bir rüzgâr yakaladı. Dostları nezdinde bile neredeyse kanıksanmaya, unutulmaya, ihmale yüz tutmuş Filistin davası yeniden dünyanın en önemli meselesi haline geldi. Üstelik bu sefer İsrail ve arkasındaki bütün siyasi, medyatik ve ideolojik destekçilerin foyası ortaya çıkmış olarak. Olay Hamas ve İsrail arasında cereyan ederken durum buydu.
Oysa İran-Hizbullah ve Husiler, İsrail’e adeta muhtaç olduğu kudret veya haklılık kaynağını yeniden kazandırmış gibi oluyorlar. Belki bunu onlar değil, daha ziyade İsrail kendilerini hedef alarak, sürekli onları gündemde tutarak yapıyor. İsrail aslında Gazze’de sıkıştıkça bu cepheye koşuyor, çünkü buradan skor kaydetmesi daha kolay oluyor, hem askeri-istihbarat açısından hem de bu denklemi istediği gibi kurmak açısından.
Tabii bu esnada İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımcı saldırıları da devam ediyor. Orada her gün yine onlarca, yüzlerce çocuk, sivil, kadın en vahşi şekilde katledilmeye devam ediyor ve bu mücrim güce karşı Gazze’nin yiğit evlatları direnmeye devam ediyor. Bu direniş İsrail’i çıldırtmaya ve daha fazla saldırganlaştırmaya devam ediyor. Bu da İsrail’i daha fazla yanlışa, ta ki kendi sonuna kadar gidecek olan yanlışlar cenderesinin içine sürüklüyor.
Soykırımcı İsrail’in Hizbullah’ın tehditlerini bahane ederek Lübnan’a doğru genişlettiği saldırganlığının artık nerede duracağını soruyor herkes ve tabii ki bunu kimin durduracağını. Arkadaşımız Mehmet Şeker İsrail’i tasmasız pitbull olarak nitelemiş. Keşke bu kadarla kalabilseydi, onun bir tasması var aslında ve bu tasması ABD tarafından, onun çıkarları doğrultusunda gevşetilmiş durumda. Yani tasmasız olan İsrail değil, onun tasmasını tutan eller. Şimdi Hizbullah’ı bahane ederek Lübnan’ı da soykırım kapsamına alıyorlar ama ondan önce akla gelen bazı mülahazaları yapmaktan geri durmayalım.
Hizbullah’ın ve onun arkasındaki güç olarak İran’ın şimdiye kadar beklenen etkide bir karşılık vermemesinin en önemli sebebinin Hizbullah’ın daha fazla kaybı göze alamaması olarak görülüyordu. Çünkü Hizbullah şimdiye kadar İsrail’e karşı ne kadar yüksek tonda bir düşmanlık söylemine sahip olsa da bunu fiili bir çatışmaya dönüştürmekten kaçınıyordu. Ne de olsa Hizbullah Lübnan’ın tamamını temsil etmiyor ve tek başına ilan edip gireceği bir savaşın maliyetini bütün Lübnan’ın ödemesi gibi bir durum sözkonusu olacaktı.
Aslında Hizbullah’ın bu konudaki çekingenliği bütün Lübnan adına gözetilen bir sorumluluk olarak takdir görebilirdi. Oysa bir noktadan sonra bu sorumluluk duygusunun ifadesinde de artık biraz abartıya varan bir pasiflik göze çarpıyor. İsrail vurdukça vuruyor, öldürdükçe öldürüyor. Hizbullah’ın bütün üst düzey yetkilileri neredeyse Lider Hasan Nasrallah’a varıncaya kadar bertaraf etmiş oldu, ama Hizbullah sanki hala kaybedecek daha fazla şeyi varmış gibi hiçbir orantılı karşılık vermemekte ısrar ediyor. Adeta bir yanağına vurulduğunda öbür yanağını çeviren bir sabır örneği sergiliyor. Tabii akla Hizbullah’ın daha kaybedecek nesi olduğu sorusu geliyor?
Lübnan’ın Hizbullah’ın gireceği bir savaş yüzünden topyekün İsrail saldırılarına hedef olmasından kaçınmak bile bu saatten sonra gözetilecek bir hassasiyet olmaktan çıkmış durumda. Hizbullah bilinen-zannedilen gücü ve kabiliyetleri açısından orantılı bir karşılık vermemiş olduğu halde İsrail olabildiğince orantısız bir biçimde saldırmaya devam etti ve şimdi saldırganlık çıtasını bir üst aşamaya yükseltmiş durumda.
Hizbullah’ın İsrail’e nasıl karşılık vereceğini beklerken İsrail soykırım makinası Lübnan’a doğru ilerliyor ve bu hareketin devamının Suriye’yi de kapsayabileceği daha şimdiden konuşulmaya başlandı. Suriye’ye uzandığında rejimle savunma işbirliği anlaşması olan Rusya ve İran bunu nasıl karşılayacaklar. Aslında Ukrayna’da oyunun sıkıştığı yerde Lübnan ve Suriye cepheleri yeni bir açılım için Avrupa ve Amerika’ya bir fırsat mı sağlayacak? Olayın gidişatı bunun hiç de ihtimal dışı olmadığını gösteriyor.
İşgalci soykırımcı İsrail’i bu saldırganlığa sevk eden şeyin kendi güvenliği olmadığını artık herkes biliyor ve görüyor. İsrail saldırganlığını uluslararası ilişkilerin mantığı içinde hareket eden herhangi bir ülkenin davranışları çerçevesinde yorumlamak zaten mümkün değil. İsrail’in yaptıkları bu ilişkiler içinde bir devlete atfedilen rollerin hepsini fersah fersah aşmış durumda.
İsrail bir devlet değil, bir terör, tehdit ve tedhiş organıdır. Yaptıkları hiçbir devletin yapabileceği şeyler değildir. Bu haliyle de dünyanın her tarafından toplayıp birer işgalci, soykırımcı teröriste dönüştürdüğü Yahudileri nihayetinde kurban olacakları ahlaksız ve akıl-dışı bir maceraya sürüklüyor. Yani sadece başkalarına değil, kendine de, Yahudilere de tarihlerinin en büyük kötülüğünü yapan bir projedir.
İsrail bu haliyle de bütün uluslararası ilişkiler mantığı, hukuku ve varlığı içinde bir istisna oluşturuyor. Bu istisnailiği onun hiçbir kurala tabi olmaması, hiçbir kuralı tanımamasından ileri gelse de şimdilik bu kural tanımazlığını destekleyen bir gücü de hoyratça ve sorgusuz sualsiz, şımarıkça kullanabilmesinden ileri geliyor.
İstisnai hareket edebilmek aslında güç mantığı açısından egemen olmanın göstergesidir. Egemen olan istisnayı ortaya koyabilendir. Ancak hiçbir egemen sürekli istisnai hatlarda hareket ederek egemen olmayı sürdüremez. İsrail’e bu istisnai alanı sınırsızca tanıyan ABD veya kurulu dünya düzeni de aslında giderek kendi sınırlarına ve sonuna hızla yaklaşmış oluyor.
Lübnan’a uzanan saldırganlık orada durmayacağını da gösteriyor ve buradan gideceği yer bu istisnacılığın bütün insanlık için bir tehdit haline gelmesidir. İsrail bütün insanlık için bir tehdit oluşturmaktadır. Bu istisnacılığın dayandığı bağnaz-siyonist din yorumuna bu kadar büyük bir hareket alanının tanındığı bir dünyada hiç kimse bu bağnazlığa karşı güvende değildir.
Bütün düzeni bu bağnazlığı himaye etmek üzere kurmuş olan bu dünyanın ne aydınlanma iddiası, ne demokrasi ne laiklik ne insan hakları ve ne de akılcılık iddiasının hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır.
Bu dünya düzeni içinde İsrail istisnacılığına iki yüz yıl boyunca özenle işlenmiş olan bütün bu değerler feda edilmiştir. Bu da İsrail istisnacılığı yüzünden akıldan sonra akılsızlığın, bilgiden sonra cehaletin, demokrasiden sonra faşizm ve istibdadın, onurlu bir insanlıktan sonra zilletin tecrübe edildiği insani trajedinin resmidir.