Ortadoğu’da Yaşanan Son Gelişmeler Işığında İsrail, İran ve Türkiye Politikalarının Kısa Tahlili
Ortadoğu’da son bir yıldır yaşanan Hamas-İsrail, Hizbullah-İsrail ve son olarak da İran-İsrail çatışmaları bölgeyi yeniden bir sıcak savaşın eşiğine getirmiştir…
Dr. Saffet Akkaya, Çağ Üniversitesi Öğr. Üyesi
Ortadoğu’da son bir yıldır yaşanan Hamas-İsrail, Hizbullah-İsrail ve son olarak da İran-İsrail çatışmaları bölgeyi yeniden bir sıcak savaşın eşiğine getirmiştir. Bu yazıda önce, yaklaşık 1 asırdır devam eden Arap-İsrail sorunu hakkında özet bilgi verilecek, sonra da İran ve Türkiye’nin İsrail politikaları konusunda bir değerlendirme yapılacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, 1920’lerin başında Ortadoğu’nun bu günkü haritası şekillenirken Türkiye bağımsızlık mücadelesinin çetin şartları gereği oyun masasında yer alamamış, 2nci dünya harbinden sonra ise, daha çok ülke iiç sosyo-ekonomik sorunlarına odaklanmış ve Ortadoğu ülkeleri ile mesafeli, statükocu ve içinde yer aldığı NATO güvenliği eksenli bir dış politika gütmüştür.
Bilindiği üzere, 1nci Dünya Savaşı sona erdiğinde, o yılların Avrupa’sının başat güçleri olan Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’nun geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda belirlemiş, 4 asır boyunca Ortadoğu coğrafyasını yöneten Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı Türkiye’ye hemen hiç söz hakkı tanımamıştır. Fransa ve İngiltere’nin Ortadoğu siyasetinin temelini esas itibariyle bu bölgenin jeopolitiği ve zengin petrolünü kontrol etme arzusu oluşturmuştur.
2nci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’nun liderliğini ABD’ye terk etmek zorunda kalan İngiltere’nin bölgeden çekilirken bıraktığı en çirkin miras ise Filistin toprakları ve hakları üzerinde bir Yahudi devletinin varlığı olmuştur. Daha 1900’lerin başından itibaren İngiltere bu Yahudi devleti için siyasi, mali, askeri şartları oluşturmaya başlamış, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinden sonra da Filistin topraklarındaki güç boşluğunu dolduracak olan Yahudi devletinin temellerini atmıştır. Uluslararası hukuka, tarihi gerçeklere, demografik (nüfus) yapıya kökten aykırı olan bu tek yanlı ve tepeden inme Anglosakson mirasın bölge ve dünya barışı için ne büyük bir çıkmaz olduğunu bugün itibariyle gelinen nokta bir daha teyit etmektedir.
Soğuk Savaş ve ABD-SSCB Rekabeti
1918’de sona eren 1nci Dünya Savaşı ile 1939’da başlayan 2nci Dünya Savaşı arasındaki 20 yıl boyunca İngiliz siyaseti Filistin’de kurulması planlanan Yahudi devletinin üç temel unsuruna vücut vermiştir; bunlar Filistin’de toprak elde edilmesi, başta Avrupa’dan olmak üzere dünyanın her yerinden Yahudilerin bölgeye göç ettirilmesi ve bunları planlayıp koordine edecek bir siyasi iradenin oluşturulmasıdır. 1948 yılı bir yandan İsrail devletinin ilanına şahit olurken, diğer yandan SSCB ve ABD arasındaki soğuk savaş da iyice şiddetlenmeye başlamıştır. Soğuk savaş ile birlikte ABD-SSCB çekişmesi güçlü bir şekilde Ortadoğu’da hissedilmeye başlanmış, SSCB bölgenin 3 güçlü devleti olan Mısır, Suriye ve Irak’a siyasi, askeri, ekonomik destek sağlarken, ABD de İsrail’e her alanda koşulsuz destek vermeye başlamıştır. Birbirleri ile doğrudan sıcak bir çatışmaya girmekten kaçınan ABD-SSCB rekabeti bölgede Arap-İsrail çatışmaları şeklinde 1948, 1954, 1967, 1973 yıllarında patlak vermiştir.
Bu savaşlarda İsrail ABD’nin tam desteği ile sürekli başarılı olmuş, sınırlarını, nüfusunu ve endüstrisini geliştirmiş, örgütsüz ve dağınık Filistin toplumu üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmuştur. 1990’lardan itibaren Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte Sovyet desteğini kaybeden Mısır, Suriye, Irak ve FKÖ gücünü yitirmeye başlayınca İran’ın desteği ile kurulan İslamcı Hizbullah ve Hamas bu boşluğu doldurmaya başlamıştır.
Soğuk savaş sonrası dönemde güç kazanan Siyasal İslam anlayışının ürünü olan bu örgütler, yarı devlet yapılarıyla İsrail’e karşı Arap devletlerinin uyguladığı simetrik askeri mücadeleden daha farklı bir yöntem yani asimetrik bir yol izlemişlerdir. Ancak bu yöntem İsrail devletinin elini zayıflatmamış, bilakis çok daha fazla güçlendirmiştir.
1979 yılında İran’da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında ABD-İran ilişkilerinde tam bir eksen kayması olmuş ve İran Şah Pehlevi döneminin aksine ABD-İsrail karşıtı bir siyaset gütmeye başlamıştır. Ancak bunu yaparken ne İsrail ne de ABD ile bir sıcak çatışmaya girmekten kaçınmış ve daha çok Hamas ve Hizbullah’ı destekleyerek ve hatta cesaretlendirerek bir vekalet savaşı gütmeyi tercih etmiştir. Ancak İran’ın bu politikası İsrail’in elini güçlendirmiş ve özellikle 2000’li yıllarda yükselen küresel terör dalgasının kazandırdığı ivmeyle Filistin konusunda fütursuz bir siyaset izlemeye başlamıştır. Hamas’ın ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği hemen her asimetrik saldırı dünya kamuoyu tarafından terör damgası yemiş, bu da İsrail devletinin hem Filistin’e hem Lübnan’a hem de Suriye’ye karşı her istediği zaman ve zeminde orantısız güç kullanmasının önünü açmıştır. Bugün itibariyle, 27 bin km2’lik bir yüz ölçüme sahip İsrail devletinin %75’i Filistin toprakları üzerinde kurulmuştur.
İran’ın Çıkmazı
Humeyni’nin işbaşına geldiği 1979 yılından beri İslam dünyasının liderliği iddiasındaki İran, İsrail’in orantısız güç kullandığı askeri operasyonlarına cevap olarak genellikle civardaki ABD üslerine ve İsrail’e karşı sınırlı roket ve füze saldırılarından bulunmuş, ancak bu saldırıların ne politik ne de askeri anlamda İran’a ve Filistin’e herhangi bir getirisi olmamıştır. İran’ın İsrail’e karşı 1 Ekim 2024 gecesi gerçekleştirdiği süpersonik füze (180 adet) saldırısı her ne kadar yankı uyandırmışsa da İsrail-ABD stratejik mihverinin 70 yıllık politikalarını sarsacak bir etkisi olmamıştır. Hatta bu saldırıya karşı İsrail savunmada kalarak cevap hakkını saklı tutmuş ve İran’ın hem petrol tesislerine hem de nükleer tesislerine kalıcı zararlar verme hakkı kazanmıştır.
Bilindiği gibi İsrail 1981 yılında Irak’ın Osirek nükleer reaktörüne ve 2007 yılında Suriye’nin El Kibar nükleer reaktörüne hava saldırıları düzenlemiş ve bu tesisleri imha etmiştir. Geçen hafta içinde Güney Lübnan’da bir apartmanın yeraltı katlarındaki bir sığınakta toplanan Hizbullah liderlerine yapılan yüksek tahrip güçlü mühimmat saldırısı, İsrail’in İran’ın stratejik tesislerine zarar verebilme imkan ve kabiliyetini gözler önüne sermiştir. Eğer İsrail İran Nükleer tesislerine kalıcı bir zarar verirse, İran’ın uzun zamandır elde ettiği kazanımlar boşa gidecek ve 2000’li yıllardan beri İran ile ABD-AB-Rusya arasında müzakere konusu olan İran’ın Nükleer Silah yeteneği sıfırlanmış olacaktır. Ancak bu saldırı için İsrail’in mutlaka ABD ile hemfikir olması gerektiği diplomatik kaynaklarca tartışılmaktadır.
Hamas 1987 yılında Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kolu olarak kurulduğundan beri bir yandan FKÖ ile güç mücadelesi yapmış diğer yandan da İsrail ile çatışmaları başka bir mecraya çekerek sürekli dünya gündeminde kalmayı başarmıştır. Hamas’ın Filistin içindeki en büyük rolü Filistin davasını iki başlı bir hale getirmiş olmasıdır. Bu da FKÖ ile sürekli bir anlaşmazlık ve çatışma ortamı yaratmış ve İsrail-Filistin barış görüşmelerinde ve diplomatik girişimlerde tutarsızlık yaratmıştır.
Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e karşı düzenlediği amaçsız ve hiç gereksiz saldırıların neticesinde daha bir yıl dolmadan İsrail Gazze Şeridindeki Filistin varlığını neredeyse sıfırlamıştır. Yani Hamas adeta intihar etmiştir.1948 yılından beri kendi vatanından sürülen ve başta Ürdün olmak üzere komşu ülkelerde mülteci olarak yaşamaya çalışan Filistinlilere şimdi Gazze’li Filistinliler de katılmıştır. Bugün, Gazze Şeridinde yaşayan 2.3 milyon Filistinlinin %70’i yerlerinden edilmiş durumdadır.
Türkiye’nin Hataları
Bölgede daha aktif ve yapıcı bir rol oynama potansiyeli olan diğer bir ülke ise Türkiye’dir. Ancak Türkiye Osmanlı Devletinden miras kalan tarihi, kültürel, dini birçok avantaja sahip olmasına rağmen bölgede etkin bir rol oynayamamış, İsrail politikalarına karşı etkili projeler üretememiştir. Özellikle 2000’li yıllarda Türkiye İsrail’i şiddetli şekilde eleştirmiş ancak bu eleştiriler daha çok iç siyasete dönük hamasi nutuklardan öteye gidememiştir. Hâlbuki Türkiye Ortadoğu’ya 4 asır boyunca hükmetmiş bir büyük devletin mirasçısı olarak daha etkin politikalar takip etmeliydi. Türkiye bunu yapmak yerine adeta Hamasvari bir jargon ile İsrail ve ABD/AB eksenleri ile ipleri sürekli germeyi tercih etmiştir. 2009 yılındaki Davos ve 2010 yılındaki Mavi Marmara hadiseleri bu gergin siyasetin sadece iki örneğidir.
Türkiye Filistin sorunuyla ilgili daha etkin ve aktif bir siyaset adına örneğin FKÖ-Hamas iki başlılığını ortadan kaldırabilir ve İsrail’in karşısına yekpare ve güçlü bir Filistin yönetimiyle çıkılmasını sağlayabilirdi. Türkiye bunu yapmamış ve dünya kamuoyu tarafından terörle iç içe olduğu düşünülen Hamas yönetimine koşulsuz destek çıkmayı yeterli bulmuştur. Ancak Türkiye bilmeliydi ki, Hamas kurulduğu 1987 yılından beri FKÖ’nün İsrail ile diplomasi ve barış görüşmeleri (1993-2000 Oslo Barış görüşmeleri) bağlamında elde ettiği bütün kazanımları kaybettirmiştir. İsrail ile mücadelede 1990’lardan itibaren milliyetçi ve seküler FKÖ ikinci plana itilmiş, İslamcı Hamas ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin Filistin’e destek adına yapabileceği bir diğer önemli iş, Ortadoğu ve Dünya kamuoyunu İsrail’in mazlum Filistin halkına karşı işlediği suçlar konusunda aydınlatabilmesiydi. Bu ise ancak, hem Ortadoğu ülkeleri ile yapıcı ilişkiler kurarak hem de bölgede bir diplomasi ve barış cephesi oluşturularak mümkün olabilirdi. Türkiye bunu yapmak bir yana, 1948 yılından itibaren İsrail ile 3 büyük savaşa girmiş Mısır devleti ile hemen arkasından da İsrail ile barış anlaşması imzalamayan tek devlet olan ve Golan tepelerindeki toprakları İsrail tarafından ilhak edilen Suriye ile ilişkilerini bozmuştur. Ortadoğu’da İsrail karşıtı bir diplomasi ve insan hakları cephesi yaratması gereken bölgenin lider ülkesi Türkiye maalesef bu kapasitesini kullanamamış ve Siyasal İslamcı bir jargon kullanarak çatışmacı bir kısırdöngünün içinde tüm enerjisini harcamıştır. Türkiye’nin bu hatası ne yazıktır ki İsrail’in uzlaşmaz ve saldırgan politikalarına engel olamamıştır. Hâlbuki özellikle son yıllarda İsrail halkı içinde bile hükümete karşı güçlü bir muhalefet varken, bölgede bir anti-Netanyahu cephesi kurmak için şartlar son derece elverişliydi.
Tüm dünya son 30 yılda önce Soğuk Savaşın ve akabinde küresel terörün sebep olduğu kaos ikliminden bıkmışken, Ortadoğu’nun tam kalbinde sürekli çatışma üreten, adeta kandan ve gözyaşından beslenen, devlet ve hükümet sicili insan hakları ihlalleri ile dolu İsrail devletini önce dizginlemenin sonra da dize getirmenin yegane yolu onu bulunduğu coğrafyada yalnızlaştıracak bir diplomasi atağı ile onu dünya kamuoyu önünde çaresiz bırakmak Türkiye için bulunmaz bir fırsattı. Bölgesel bir güç olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye tutarlı politikalar izleyerek İsrail’i köşeye sıkıştırmak ve bölge ülkelerine güven vermek yerine Hamasvari bir jargonla kısır ve çatışmacı bir siyaset yapmak hatasına düşmüştür.