ABD’nin Çin’i Çevreleme Çabası: Yeni Bir Soğuk Savaş’a Doğru
ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’ın hangi ‘grand strateji’ geleneğine yaslanırsa yaslansın, Çin’i eski dönemlere nazaran daha fazla ciddiye alacağı kesin görünüyor.
Doç. Dr. Veysel KURT & Araştırmacı, Strateji Araştırmaları, İstanbul
ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’ın “grand stratejisi” ve Çin’e karşı nasıl bir yol haritası izleyeceğine dair spekülasyonlar yapılırken, ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından The Atlantic Council “Uzun telgraf: Yeni bir Amerikan Çin stratejisine doğru” başlıklı isimsiz bir yazı yayımladı. Yazı eski bir üst düzey görevliye ait olarak sunuluyor. Çin’in siyasal rejimi ve devlet başkanına dair detaylar da bu bilgiyi doğrular nitelikte. Çin’in ABD’ye yönelik tehditlerinin somut olarak belirlendiği yazı, buna karşı ABD yönetimine somut öneriler içeriyor. Yazının ana argümanı ABD’nin Çin’le mücadelede Şi Cinping’in yakın çevresine ve rejim yapısına odaklanması gerektiği teması üzerine kurulu. Bu argüman, eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun görevi devretmeden hemen önce “Çin rejiminin başlıca tehdit olduğu” yönündeki ifadelerini hatırlatıyor. Yazının sunuşunda, ABD’nin SSCB’ye yönelik çevreleme politikasının kaynağı olarak bilinen ünlü diplomat George Kennan’ın 1946’daki meşhur telgrafını hatırlatılıyor. Nitekim Kennan da komünist rejim yapılanması ve yayılmacılığını SSCB tehdidinin başlıca kaynağı olarak görmüştü.
Biden’ın yol haritasını tartışmak için dış politika konusundaki kapsamlı açıklamasını ve daha önemlisi Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ni yayımlamasını bekleyeceğiz. Bununla birlikte, isimsiz yazının önümüzdeki döneme yansımaları olacaktır.
Bununla birlikte, ABD’nin bölgedeki müttefiklerine (Tayvan, Güney Kore, Japonya) karşı Çin’in (ya da Kuzey Kore’nin) olası nükleer ve konvansiyonel müdahale ya da tehditleri ve Güney Çin denizinde askeri varlığını artırması, başlıca tehdit olarak kabul edilmekte. Yazı bu tehditlerin ABD tarafından çok net kırmızı çizgiler olarak belirlenmesi ve karşı askeri angajman içeren caydırıcı bir harekât planına sahip olunması gerektiğine işaret ediyor; bu tehditlere karşı kullanılacak Amerikan gücü de dört ana sütun üzerinde kurgulanmalı: Askeri güç, doların uluslararası piyasalardaki kredibilitesi ve uluslararası finans siteminin dayanak noktası olarak kalması, teknolojik liderlik ve son dönemdeki krize rağmen özgürlük, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü gibi değerler.
ABD’nin Çin’i sınırlandırmak için çeşitli adımlar atacağı kesin. Buna karşı Çin’in de sessiz ve derinden işleyen stratejisini değiştirerek agresifleşmesini bekleyebiliriz.
Eğer Donald Trump iktidarda kalsaydı muhtemelen bu yazı Trump’ın ikinci döneminde Çin’e karşı izleyeceği ana çerçeve hakkında olacaktı. Fakat Trump artık iktidarda değil. Biden’ın yol haritasını tartışmak için de dış politika konusundaki kapsamlı açıklamasını ve daha önemlisi Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ni yayımlamasını bekleyeceğiz. Bununla birlikte, isimsiz yazının önümüzdeki döneme yansımaları olacaktır. Bu metnin Biden’ın yol haritasına nasıl yansıyabileceği tartışmasını sonraya bırakarak Çin meselesinin ABD kamuoyunda nasıl ele alındığına bakalım. Amerikan akademisinin ve düşünce kuruluşlarının yaklaşımları da bu tartışmayı kolaylaştıran bir zemin sunuyor.
Çin tartışmasına dair iki gelenek
Çin meselesi aslında 2000’li yılların başından beri Amerikan akademisi ve kamuoyunda bir tartışma konusu olageldi. Immanuel Wallerstein gibi dünya sistemi teorisyenleri güç kaymasının doğuya yöneldiğini, Amerikan elitinin de yatırımlarını kaydırdığını ve bunun bir gerginliğe yol açacağını o yıllarda dile getirdiler. Bu durum Çin’le nasıl baş edileceği sorusunu gündeme getirdi ve bu anlamda kabaca realist ve liberal yaklaşımlar olarak nitelendirilen iki gelenek birbirleriyle sürekli tartışma halinde olageldi. Realistler Çin’in ekonomik yayılmasının orta vadede jeopolitik bir tehdide dönüşeceğini ve ABD’nin buna karşı önlem alması gerektiğini savunurken liberaller ise Çin’in ABD hegemonyasındaki uluslararası sisteme katılarak kontrol edilebileceğini dile getirdiler. Liberaller ekonomi odaklı bir “angajman” politikasını savunurken realist kanadın önde gelen isimlerinden John Mearsheimer ABD’nin SSCB ile mücadele yöntemlerini Çin karşısında da uygulayacağını ifade etti.
Bu tartışma akademi çevrelerinde devam etmesine rağmen, 11 Eylül saldırılarının ABD güvenlik ve dış politika stratejisinde yarattığı kırılma, Çin’e dair tartışmaları geride bıraktı ve bu mesele uluslararası terörizmle mücadele, Afganistan ve Irak işgalleri gibi konuların gölgesinde kaldı. Obama’nın ikinci döneminden itibaren Çin ABD tarafından daha fazla dikkate alınmaya başladı. 2015 Güvenlik Belgesinde Çin’le işbirliğine vurgu yapılırken askeri modernizasyon ve anlaşmazlıkların silahla mücadele ile çözümüne dair endişeler dile getirildi. Uzun vadede ise Çin’in ekonomik yayılmasının yaratacağı riskler dile getirildi. Bu strateji pratik düzeyde ise Çin’le diplomatik bağlantı ve ekonomik düzeyde anlaşmalar şeklinde ortaya çıktı. Kısacası, Obama’nın Çin’e karşı liberal argümanların ağır bastığı angajman politikasını hayata geçirdiği söylenebilir.
Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte ABD’nin Çin politikasında belirgin bir farklılaşma yaşanmaya başladı. Çin’e karşı kapsamlı ve entegre bir strateji ortaya koymasa da, Aralık 2017’de yayımlanan Ulusal Güvenlik ve Strateji Belgesinde “Çin tehdidi” vurgulu bir şekilde yer aldı ve Çin’e karşı alınabilecek önlemler ortaya konuldu. Özellikle ekonomik alanda uygulanan ambargo, demir ve çelik sektöründe gümrük tarifelerinin yükseltilmesi ve Çin’e kayan Amerikan menşeli üretimin geri getirilmesi için atılan adımlar, Trump’ın Çin’e karşı uyguladığı başlıca politikalar olarak ön plana çıktı. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) yayılımına bağlı olarak başlayan pandemiden dolayı da Trump Çin’i hedefe koydu, ancak iktidarının ömrü daha ağır yaptırımlara başvurmak için yeterli olmadı.
Biden ne yapacak?
Biden’ın hangi “grand strateji” geleneğine yaslanırsa yaslansın, Çin’i eski dönemlere nazaran daha fazla ciddiye alacağı kesin görünüyor. En azından Amerikan kamuoyundaki tartışmalar buna işaret ediyor. Ayrıca Trump’ın Çin’e karşı tavrı, Pompeo’nun görevden ayrılmadan önce Çin rejimine dair söyledikleri, pandeminin yarattığı etki de aynı duruma işaret ediyor.
ABD ile Çin’in güç parametrelerine bakıldığında, aradaki farkın kapanma eğiliminde olmasına rağmen, özellikle askeri kapasite açısından ABD’nin hâlâ açık ara önde olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla Çin’in kısa vadede askeri bir güç olarak ABD’nin karşısına dikilmesini beklememek gerekir. Buna rağmen, yukarıdaki tartışmalarla birlikte değerlendirildiğinde, ABD’nin Çin’i “yeni büyük tehdit” olarak addettiği açık. Bu durum tam da Kenneth Waltz’un “SSCB nükleer güce sahip olduğu için değil, ABD ona büyük güç gibi davrandığı için büyük güç oldu” sözlerini hatırlamak gerek. Anlaşılan o ki ABD’nin Çin algısı Obama, hatta Trump dönemindekinden çok farklı olacak. Burada asıl sorulması gereken ABD’nin Çin’e karşı hangi adımları atacağı sorusudur. Atlantic Council’daki isimsiz yazının önerdiği gibi, Biden askeri angajmanı da içeren bir yaklaşım sergileyecek mi, yoksa Obama dönemine geri dönerek anlaşmayı mı deneyecek?
Biden’ın seçim sürecindeki söylemleri, Obama tecrübesi, Trump’tan devraldığı miras ve yerleşik bürokrasinin reflekslerinden hareketle, ABD’nin nasıl bir grand strateji oluşturacağına ve olası Çin politikasına dair çıkarımlar yapmak mümkün. Söylemleri her ne kadar benzese de Biden’ın Obama dönemine geri dönmesi çok mümkün görünmüyor. Çünkü Çin fazlasıyla büyüdü ve yayıldı; Avrupa ile ilişkilerini fazlasıyla geliştirdi. Dolayısıyla Obama’nın yöntemleriyle Çin’i durdurmak artık imkânsız.
Bu durumda Biden’ın daha gerçekçi ve fakat müttefiklerine daha fazla sorumluluk yükleyecek yumuşak bir çevreleme doktrinine yönelmesi beklenebilir. SSCB’ye karşı uygulanan politika fazlasıyla Amerikan merkezli ve epey maliyetliydi. Mevcut koşullarda, ABD’nin benzer maliyetlerle Çin’e karşı hareket etmesi zor görünüyor. Bu yüzden eklektik bir yapıya sahip ikili bir strateji izlemesi daha muhtemel. Bu stratejinin bir tarafının Çin’in ekonomik büyümesini ve yayılmasını engellemeye dayanması beklenebilir. Buna karşın, Çin’in agresifleşerek Amerikan müttefiklerini tehdit etme ihtimaline karşı, “Uzun Telgraf”ta teklif edilen askeri angajmanı içeren bölge ittifakının hazır tutulması gerekecek.
“Asya NATO’su” tartışmaları
“Asya NATO’su” adı altında dile getirilen tartışmalar yeni değil. Bu ifadeyi ilk olarak Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2019 yazında dile getirdiğini hatırlatarak başlayalım. ABD ile Çin arasında suların ısındığı bir dönemde, Şi Cinping Asya ülkelerine ABD’ye karşı bir askeri ittifak çağrısı yapmış, fakat bu çağrı ciddi bir karşılık bulmamıştı. Son dönemde ise bu ifade, SSCB’nin Avrupa’ya yönelik tehdidine karşı ABD’nin öncülük ettiği NATO’nun Asya versiyonu için kullanılıyor. Buna göre ABD’nin, Çin’in Pasifik’teki yayılmasını ve bölgedeki müttefiklerine yönelik tehdidini engellemek üzere Japonya, Avusturalya ve Hindistan ile birlikte yeni bir askeri ittifak kurması öngörülüyor. İngiltere’nin de bu ittifaka katılmak için istekli olduğuna dair haberler yayılmaya başladı.
Bu ittifakın kurulması elbette kolay değil. Ancak bütün bu tartışmalar, ABD’nin Çin’i eskiye nazaran daha büyük bir tehdit olarak gördüğünü ve önümüzdeki yıllarda bu tehdit algısının büyüyeceğini gösteriyor. Dolayısıyla ABD’nin Çin’i sınırlandırmak için çeşitli adımlar atacağı kesin. Buna karşı Çin’in de sessiz ve derinden işleyen stratejisini değiştirerek agresifleşmesini bekleyebiliriz. Myanmar’daki darbe yeni dönemde gerginliğin ilk adımı olarak adlandırılırsa şaşırmamak gerekir. Bu agresif manevraların karşılıklı olarak devam etmesi ve ABD’nin Çin’e yönelik stratejisini “Uzun Telgraf”ta sunulan çerçeveye oturtması durumunda, dünya siyasetinde yeni bir Soğuk Savaş’ın başlayacağını öngörmek mümkün.
***
Veysel Kurt
[UHA Haber Ajansı, 08 Şubat 2021]