Batı Siyasetinde Yeni Cepheleşmeler
* 2024 yılı birçok Batılı ülke için seçim yılıdır. Şu ana kadar bazı etkili Batılı devletlerde seçim yapılırken, bazılarında ise bu yılın ikinci yarısında seçimler yapılacak.
* zamanların liberal Batılı ülkelerinin aşırı milliyetçilik, faşizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda rekabet ettiğini görmek gerçekten üzücü ve talihsiz bir durumdur.
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi, Türkiye’nin ve dünyanın saygın, güvenilir Ankara merkezli bir düşünce kuruluşu olan SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, Türk dış politikası ve Ortadoğu siyaseti uzmanı Prof. Dr. Muhittin ATAMAN, kaleme aldığı “Batı Siyasetinde Yeni Cepheleşmeler” başlıklı yazısında, 2024 yılının birçok Batılı ülke için seçim yılıdır olduğuna dikkat çekti.
Prof. Dr. Muhittin ATAMAN’ın yazısının detayı şöyle:
Şu ana kadar bazı etkili Batılı devletlerde seçim yapılırken, bazılarında ise bu yılın ikinci yarısında seçimler yapılacak. Bir zamanların liberal Batılı ülkelerinin aşırı milliyetçilik, faşizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda rekabet ettiğini görmek gerçekten üzücü ve talihsiz bir durumdur. Bazı Batılı ülkelerdeki seçimler faşizm ile ultra-faşizm arasında geçecek kadar bir sapma yaşanmaktadır. Ultra-radikal aktörler birçok Batı ülkesinde ana akım siyasi yaşamın bir parçası haline gelmiş bile. Pek çok siyasi aktör, güç politikalarını kullanarak ve otoriter ve tek taraflı mekanizmaları harekete geçirerek hedeflerine ulaşmada rekabet eder haldedir. Bölgesel ve küresel birçok sorunu verili gören bu siyasi aktörler bu sorunları çözme niyetine de iradesine de sahip değildir. Bu nedenle bu çatışmaları tartışmayı bile düşünmüyorlar.
Batı’daki neredeyse bütün seçimlerde siyasi kutuplaşmanın arttığını görüyoruz. Batılı bazı devletlerde son dönemde yapılan seçimlere katılımın geçmişe kıyasla yüksek olmasının temel nedenlerinden biri de artan kutuplaşma ve aşırı sağcı siyasi partilerden duyulan korkudur. Batı toplumlarında evrensel değerlerin savunucuları ile tüm “ötekileri” dışlayan aşırı milliyetçiler arasında giderek artan bir kutuplaşma söz konusudur. Sağdan ve soldan popülist ve aşırı milliyetçilerin kendi hükümetlerine ve karar alma süreçlerine hakim, en azından etkili, olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Radikal siyasi aktörlerin kendi ülkelerinin siyasi yaşamları üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak büyük etkileri bulunmaktadır. Gerçek resmi görmek için en önemli üç Batı ülkesine bakmak yeterlidir.
Sonucu tüm dünyayı etkileyecek seçimlerin en önemlisi, önümüzdeki Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimleridir. ABD bu yıl çok ilginç bir seçim süreci yaşamaktadır. Çok yaşlı ve hasta Demokrat Joe Biden geçtiğimiz günlerde son anda adaylıktan çekildi. Yerine Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Haris Kamala aday gösterildi.
Yine yaşı ileri olan Cumhuriyetçi Donald Trump arasında geçmesi beklenen başkanlık seçimleri ABD’nin siyasetinin içinde bulunduğu vahametin bir göstergesidir. Öyle anlaşılıyor ki hangi aday kazansa ABD’nin bölgesel ve uluslararası birçok krize karşı dış politika duruşunu değişmeyecek. Mesela her iki adayın da İsrail’in Gazze’de devam eden soykırımına koşulsuz destek için yarıştığı herkesin malumudur. Katıldıkları televizyon tartışmasında Donald Trump’ın, İsrail’e koşulsuz destek veren Biden’ı tüm Amerikan kaynaklarını İsrail devletine seferber etmemekle suçlaması gerçekten ilginç, hatta tuhaftı. Trump daha da ileri giderek Biden’a “Filistinli” diyerek hakaret etmeye bile çalıştı.
Benzer şekilde, yakın zamanda İngiltere’de yapılan seçimler de İngiltere’nin Ukrayna-Rusya Savaşı’ndan İsrail’in Filistin’deki zulmüne kadar pek çok bölgesel ve küresel meseleye karşı tavrını değiştirmeyeceğini gösteriyor. Her ne kadar solcu olarak kodlanan İşçi Partisi seçimlerde kesin zafer kazanıp iktidara gelse de yeni hükümet, hem İsrail’in zulmüne ve katliamlarına hem de Rusya’ya karşı savaşan Ukrayna hükümetine koşulsuz desteğini sürdürecek gibi. Partinin bazı üyelerinin İngiltere’nin İsrail’e verdiği desteğin derhal durdurulması ve Filistin’de ateşkes çağrısında bulunduğu doğrudur. Ancak bu çağrıların hemen hiçbirinin hükümet kararlarına yansımayacağı da açıktır.
Bu anlayışın bir yansıması olarak İngiltere’nin yeni Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın Kiev’deki bir hastaneye yönelik saldırısını kınayıp, saldırıyı “en ahlaksız eylem” olarak nitelendirip Ukrayna’ya desteğini açıklarken İsrail’in çok daha ağır gayri insani saldırılarına karşı benzer bir çağrıda bulunmadı. İsrail’in soykırım eylemleri hakkında İngiliz siyasetçiler bırakın sessiz kalmayı, aksine savaş suçları işleyen İsrail’e destek vermektedirler.
Daha önce yaptığı açıklamalarda İsrail’in meşru müdafaa hakkı kapsamında Gazze halkını aç bırakma hakkına sahip olduğuna dikkat çeken ve Filistin topraklarında yaşanan trajediden yalnızca Hamas’ı sorumlu tutan Starmer, İsrail vahşetine koşulsuz destek verdiğini açıklamıştı. Zaten iktidara geldikten sonra Netanyahu’yu arayarak iki devlet arasındaki yakın ilişkilerin daha da derinleştirilmesini sabırsızlıkla beklediğini açıklaması da bu yanlı siyasetin devam edeceğini gösterdi. Yani İngiltere’de hükümetin değişmesiyle dış politikada hemen hiçbir şey değişmeyecek.
Benzer bir tablonun Fransa’daki son parlamento seçimlerinde de yaşanması, Fransa’yı kutuplaşmış bir siyasi atmosfere sürüklemişti. Milletvekilliği seçimleri sol koalisyon tarafından kazanılsa da aşırı sağcı siyasi parti Ulusal Birlik Partisi üçüncü oldu ve parlamentoda 143 sandalye kazandı. Parlamentodaki sandalye sayısını önceki seçimlerde ise 8’den 86’ya çıkarmıştı.
Bu nedenle görevdeki Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un en büyük rakibi olarak görülen Ulusal Birlik Partisi’nin lideri Marine Le Pen, 2027’de yapılacak olan başkanlık seçimlerinde adaylığını koymayı planlıyor. Ancak hangi parti veya lider gelirse gelsin Fransa’nın kolonyalist ve müdahaleci siyasetinden vazgeçmesi söz konusu olmayacaktır. Aynı şekilde, İsrail’in Filistin’deki zulmüne destek vermeye devam edecektir.
Sonuç itibariyle Avrupa’nın her yerinde siyasi kutuplaşma görülüyor, iç siyasette gerilimiler artıyor. Ancak bunların dış politikaya yansıması söz konusu değildir. Bir tarafta aşırı sağcılar, Avrupa Birliği, çok kültürlülük, siyahlar ve Müslümanlar da dahil olmak üzere diğer herkese karşı bir koalisyon oluşturuyor. Öte yandan başta sol ve merkezciler olmak üzere diğer gruplar çok-kültürlülüğü, liberal değerleri ve evrenselliği destekleyen başka bir koalisyon oluşturuyor. Ancak iş politika üretmeye geldiğinde ana akım sağ ile sol arasında gerçek bir fark yok. Hepsi yabancılara karşı otoriter eğilimleri, tek taraflılığı ve müdahaleciliği destekliyor.
Ana akım siyasi partiler, aşırı sağcı grupların iktidara gelmesini engellemeye çalışıyor ancak bunu başaramıyorlar. Sözde radikal aktörler iktidardan dışlansa da siyasi söylemleri ve fikirleri ülkelerinin siyasetlerine yön vermeye devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Demokrat Parti, Birleşik Krallık’taki İşçi Partisi ve Almanya’daki Sosyalist Demokrat Parti de dahil olmak üzere ana akım siyasi partilerin çoğu sahadaki siyasetleri itibariyle aşırı sağa kaymış durumdadır. Bundan dolayı, mesela, tüm bu siyasi partiler İsrail’in Filistin’de devam eden zulmünü ısrarla desteklemektedir.
Bu nedenle Batı’da pek çok insan siyasi liderlerinin ikiyüzlülüğünü fark ederek siyasete ve politikacılara olan güvenini kaybetmiştir. Rusya’yı Ukrayna’daki sivilleri hedef aldığı için kınayan Batılı politikacılar, Gazze’de çocukların ve kadınların kitlesel öldürülmelerini hiçbir zaman sorgulamadı.
Sonuçta Batılı siyasal sistemler yakın gelecekte yine Batılı toplumlar tarafından sorgulanacaktır. Batılılar er ya da geç kendi devletlerinde kimin siyasette ve hükümette gerçekten hakim olduğunu ve resmi politika oluşturma sürecini kimlerin kontrol ettiğini öğreneceklerdir. İşte o zaman Batılı devletlerde ciddi bir çalkantının ortaya çıkması beklenebilir.
***
Yazar hakkında