Türkiye, Arap Baharı sonrası değişen bölgesel dinamikler nedeniyle hem yumuşak hem de sert güç araçlarını birleştirerek dış ve güvenlik politikasında yeni stratejiler üretme konusunda kendisini giderek daha fazla zorunlu görüyor.
Türkiye’nin dış politika uygulamasında yeni bir döneme girmesi, ülkenin bu konudaki seçeneklerini çeşitlendirme çabalarına da yansıdı. En önemlisi, dış politikadaki bu değişim, ilişkiler ve etkilerin ekonomikten siyasete ve ardından güvenlik alanlarına doğru olumlu bir yayılma etkisine yol açıyor. Özellikle 15 Temmuz 2016 sonrasında, hükümet sert gücü diplomatik bir araç olarak kullanmaya başladı. Savunma sanayiinin bu araçlardan biri olarak farklı perspektiflerden dış politika stratejisine katkı sunduğu görülebilir.
Türkiye, SIPRI raporuna göre bir önceki döneme (2011-15) kıyasla %30’luk bir artış gerçekleştirerek 2016-20 döneminde dünya üzerindeki silah satışının %0,7’sini gerçekleştirdi ve silah ihracatçısı ülkeler listesinde 13. Sıraya yükseldi. İthalatına baktığımızda ise bir önceki döneme (2011-15) göre %56’lık bir düşüşle 2016-20 döneminde dünya üzerindeki silah ithalatının %1,5’ini gerçekleştirdi. Bu rakamların da ışığında, yine SIPRI tarafından yapılan bir değerlendirme, Türkiye’yi dünyanın geleceği parlak silah ihracatçılarından biri olarak gösterdi. Değerlendirmeye göre, Türkiye’deki silah endüstrisinin muazzam genişlemesi, daha büyük bir stratejinin ve giderek daha agresif bir dış politikanın parçası.
Türk Silahlı Kuvvetleri personeli farklı görevlerle birçok coğrafyada yer alıyor, Türk silahları ve Türk askeri kabiliyeti neredeyse her kıtaya ihraç ediliyor. Suriye’de teröristlerle mücadele eden TSK Somali’de eğitim ve teçhizat sağlıyor. Nijerya’daki sahil güvenlik Türk botları ile devriye geziyor, Azerbaycan ordusu savaşta Türk SİHA’ları kullanıyor. Savunma sanayiinin bu çerçevede geliştirilme ve dış politikada kullanılma stratejisine baktığımızda temel hususların güç projeksiyonu, silah ithalatına olan bağımlılığın azaltılması ve diğer ülkelere silah satış kapasitelerini artırma arzusu olduğu görülüyor.
Savunma Sanayiinin Stratejik Kapasitesi
Her şeyden önce Türkiye kendi başına lider bir güç olmayı arzuluyor. Yeni Türk dış politikası küresel tartışmaların da sıcaklığını koruduğu alternatifli strateji içerisinde doğuya (Rusya’ya veya Çin’e) doğru bir kayma olarak anlaşılmamalıdır. Daha ziyade, doğuda ve batıda ilişkilerini sürekli fakat temkinli tutarak büyük güçler arasındaki rekabetten yararlanma çabasının bir ifadesidir bu. Son on yılda, Türkiye’nin bölgesel bir güç olma tutkusu, özellikle Türk havacılık endüstrisindeki gelişmelerle güçlendi. MENA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesindeki çatışmalar ise Ankara’nın yeni ürettiği insansız hava araçlarını operasyonel hale getirerek gücünü yansıtma motivasyonu için bir platform sağladı. Türkiye, algılanan bölgesel sorunları çözmek için diplomasi ile birlikte sert güç taktiklerine yöneldi. Türk yapımı İHA’lar, Türk ordusuna ekstra hava gücü sağlarken ülkenin yeni bölgesel hedeflerine ulaşmak için etkili araçlar olarak görüldü. Örneğin, Türk ordusunun Libya’daki müttefiki Ulusal Mutabakat Hükümetine sağladığı S/İHA’lar ile Hafter unsurlarının püskürtülmesi ve Trablus çevresindeki kıyı kasabalarını geri almasını sağladı. Türkiye’nin iç savaşa bu şekildeki müdahalesi Libya’daki gidişatı değiştirdi.
Bayraktar TB-2 ile küresel arenada yeni bir İHA gücü olarak ortaya çıkan Türkiye, bu sistemleri farklı çatışmalarda da kullanmaktan çekinmeden MENA bölgesindeki bölgesel güvenlik tartışmalarında isminin daha çok anılmasını sağladı. Halihazırda TSK, Türkiye sınırlarının ötesinde farklı bölgelerde çeşitli tiplerde 130’dan fazla İHA’yı sürekli olarak kullanıyor. Türk İHA’ları ABD’den daha ucuz ve İsrail’in aksine Türkiye’nin test sahaları var. Dağlık Karabağ ve Libya’daki çatışmalar da Türk savunma sanayisine paha biçilmez deneyimler kazandırdı. Bu başarılı operasyonlarda Türk İHA’ları ile birlikte Türk dış politikasındaki keskin sert güç kapasitesi de Kuzey Afrika çöllerinde ve Kafkas Dağlarında da teyit edilmiş oldu. Türkiye’yi insansız hava araçları geliştirme çabalarını ikiye katlamaya iten sebeplerden biri de 15 Temmuz kalkışmasını izleyen ve özellikle hava kuvvetlerini vuran tasfiyelerde yatıyor. Türkiye’nin sahip olduğu F-16 savaş uçakları ile savaş pilotları arasında dengesizliğe neden olan bu süreç sonunda Türk Hava Kuvvetleri’nin güç bileşenleri yenilemesi gerekti. Öyle ki, yeni F-16 pilotlarının eğitimi dört yıla kadar sürerken, İHA pilotlarının sadece dokuz aya ihtiyacı olması önemli bir kazanım olarak değerlendirildi.
Türk savunma sanayiinin temel büyük projelerinden biri olan TCG Anadolu amfibi hücum gemisi de oyun kurucu bir rol alması potansiyeliyle üretimine devam ediliyor. Anadolu, normal bir uçak gemisi kadar uçak taşımayacak olsa da yine de kendi savaş uçağı bileşenine sahip olacağı biliniyor. Ancak bir taşıyıcıdan farklı olarak, muharebe birliklerini, silahlarını, mühimmatını, ana muharebe tanklarını ve diğer araçları kriz bölgelerine konuşlandırabilecek ve havuzunda taşıyacağı çıkarma gemileri ile çıkarma operasyonlarında görev alacak. Bu yetenek, Türk donanmasının kuvvet konuşlandırma kabiliyetini olağanüstü derecede artıracak. Böylece Türkiye’nin stratejik müdahale menzili de artmış olacak. Bölgedeki etkin güvenlik çalışmalarını güçlendirmesi yanında politikaların nufüz coğrafyasını genişleten bu gemi ile hem Türkiye’nin temel doktirinlerinden biri olan Mavi Vatan desteklenmiş hem de özellikle MENA bölgesinin ötesinde varlık gösterme kapasitesi genişletişmiş olacak.
Türkiye’nin sahip olduğu veya üzerine çalıştığı diğer stratejik araç ve mühimmatların da hem Türk toprağının savunulması hem de Türk devleti politik nüfuz coğrafyasında öngörülen veya öngörülemeyen istikrarsızlık ve çatışmalara etkin müdahale için kapasitesini hatırlatmak adına Türk diplomasisi ve bürokrasisi çalışmalarına devam ediyor.
Türkiye’nin silah ithalatına olan bağımlılığını azaltma hevesi, Türkiye’yi silah ithalatına alternatif olarak kendi ürünlerini üretmeye ve kullanmaya odaklanmaya iten bir diğer faktördü. Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı ardından ABD’nin silah ambargosu, Ankara’nın ulusal çıkarlarını korumak için bir savunma sanayisine sahip olmanın önemini anladığı ilk ansa, Soğuk Savaş’ın sona ermesi bağımsız bir savunma sektörünün gerekliliğinin altını çizdi. Son dönemde de ABD tarafından F-35 ortak görev programından çıkarıldığından ve AB tarafından uygulanan silah ambargolarıyla sürekli tehdit edildiğinden, gergin ilişkilerin daha fazla yaptırımla gelmesi Türk savunma sanayii için katalizör oluşturdu. Hemen her alanda projeler geliştiren Türkiye kara, deniz ve hava kuvvetlerini destekleyecek milli ürünleri envanterine eklemeye başladı.
İthal edilen savunma kalemlerinin en maliyetli olanları hava unsurları olduğundan ağırlığın bu çalışmalara verilmesi kaçınılmazdı. Helikopterler ve taktik uçakların yanında İHA’ların sağladığı nispeten düşük maliyetli hava gücü, Ankara için göz ardı edilemeyecek kadar çekiciydi. Geleneksel hava kuvvetleriyle karşılaştırıldığında, silahlı insansız hava araçları, hava operasyonlarının maliyetlerini, yurtdışından savaş uçağı satın almak ve bunları istikrarlı şekilde işletmek için harcanması gereken milyonlarca dolardan kurtarıyor. Yurtdışından İHA satın alma girişimlerinin olumsuz sonuçlanması Türkiye’nin katlanarak büyüyen savunma sanayisiyle birleştiğinde Ankara, başka yerlerden insansız hava araçları ithal etmek için hiçbir neden görmedi. Türk Baykar TB2 dronlarının birim maliyeti yaklaşık 5 milyon dolar, bu da Amerikan MQ-9 Reapers (30 milyon dolar) veya İsrail Heron’larına (10 milyon dolar) kıyasla çok daha ucuz ve Çin Wing Loong dronlarıyla (1-2 milyon dolar) da rekabet edebilecek durumda.
Türkiye’nin farklı çatışmalarda ve artan sıklıkta başta İHA’lar olmak üzere yerli savunma ürünlerini kullanması için belki de en ilgi çekici teşvik, ülkenin bu ürünleri ihracata yönelik olarak tanıtma ve gelecekteki silah satışlarını artırma arzusu olabilir. Türk insansız hava araçları, Suriye ve Libya’da Katar, Azerbaycan ve Ukrayna gibi bazı ülkelerin bu silah sistemlerini Türkiye’den satın almasına yol açan başarılı operasyonların ardından küresel bir itibar kazandı. Ukrayna’nın bu sistemlerinden satın almasının karşılığında, Türkiye Ukrayna’nın asırlık havacılık geçmişinden yararlanan taraf oldu. Baykar şirketi, geliştirilmesi devam eden yüksek irtifa uzun dayanıklılığa sahip SİHA’sı Akıncı için Ukraynalı turboprop motorlarını kullanıyor. Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan, Fas, Malezya, Kazakistan, Pakistan ve Suudi Arabistan Türk insansız hava araçları satın almakla ilgilenen ülkeler arasında yer alıyor. Ekim 2020’da, o sırada devam eden Karabağ savaşının ortasında Sırbistan, Türk İHA’ları ile ilgilendiğini açıkladı ve Mayıs 2021’de Polonya ile yapılan bir anlaşma ile bu sistemlerin bir NATO ülkesine ilk satışı gerçekleşti.
Türkiye, üretimini yerlileştirmek ve ihracatını artırmak için çeşitli girişimlerde bulunmaya devam ediyor. Ekim 2020’de Türkiye ve Ukrayna, iki ülkenin yerli savaş gemileri ve uçaklarının üretimi için ortak projeler başlatma niyetlerini ortaya koyan yeni bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Rusya’ya rağmen atılan bu adımın iki ülkenin savunma sektörüne etkileri optimum politik kazanım için değerlendirilmelidir. Bununla birlikte Katar’ın Türkiye’deki savunma sanayii yatırımları da kısa-orta vadede getirisi olacak bir adım olarak bildirildi.
Türkiye’nin savunma ürünleri ihracatında ABD, Almanya, Umman, Katar, Türkmenistan, Malezya öncelikli pazarlarken, Türkiye 2019 yılında Guatemala, Guyana, Tanzanya, Trinidad ve Tobago gibi yeni pazarlara girdi. Fakat bu listede Suudi Arabistan, Irak ve Mısır gibi dünyanın önde gelen silah ithalatçılarından hiçbiri yer almıyor. Bu pazarlara erişim, sektörün uzun vadeli sürdürülebilirliğini sağlamak için hayati önem taşıyor, ancak siyasi iklim ve Ankara’nın çeşitli dış politika anlaşmazlıkları, bunu Türk savunma firmaları için bir zorluk haline getiriyor. Politika, sektör için önemli bir engel teşkil edebiliyor. Birçok yabancı müşteri, hükümetin dış politika konularındaki pozisyonu ile Türk savunma şirketlerinin özel kuruluşlar olarak çıkarları arasında ayrım yapmıyor. Sonuç olarak, Türk firmaları belirli pazarlara giremiyor ve genellikle büyük bölgesel savunma forumlarında devre dışı kalıyor.
Pandemi Zamanı Türk Savunma Sanayiinin Dönüşümü
Türkiye Koronavirüs pandemisinin ilk döneminde hızlı hareket etmek için elindeki imkanları geçici olarak dönüştürerek önlemler almaya çalıştı. Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri için ekipman üreten Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu, maske, medikal tulum, koruyucu gözlük, cerrahi eldiven ve dezenfektan üretimi ile çalışmalarını geçici olarak koruyucu ve tıbbi ekipmana odakladı. Teknoloji şirketi NANOBIZ, hastalığa yönelik test kitleri üretmek için Sağlık Bakanlığı ile Sanayii ve Teknoloji Bakanlığı yanında Savunma Sanayii Başkanlığı ile işbirliği içinde çalıştı . ASELSAN ve Baykar, Türkiye’nin ilk yerli ventilatörünü üretmek için Arçelik ve Biosys ile işbirliği yaptı. Yerli ventilatörlerin seri üretimi yapıldı ve bazı ülkelere bağışlar gerçekleşti.
Ancak Türk savunma şirketleri de bu süre zarfında yeni savunma anlaşmaları yapmaya ve müşterilere sistemler sunmaya da devam etti. 23 Mart’ta Hindistan, Türk tersane konsorsiyumu TAIS ile işbirliği içinde Hint Donanması için 45.000 tonluk beş filo destek gemisi inşa etmek için 2.3 milyar dolarlık bir anlaşmayı kabul etti. ASELSAN, gelişmiş uzaktan kumandalı stabilize silah sistemleri için Bahreyn, Kazakistan ve kimliği açıklanmayan bir NATO üyesi ülke ile anlaşmalar imzaladı. Bu yeni anlaşmaların yanında Savunma Sanayii Başkanı İsmail Demir, Türkiye’nin Rus hava savunma sistemi S400 satın alması nedeniyle bir süre önce programdan askıya alınmasına rağmen, Türkiye’nin ABD F-35 jetleri için parça üretmeye ve teslim etmeye devam ettiğini doğruladı. ABD’nin Türkiye’nin F-35 katılımını sona erdirmesi gerekiyordu, ancak Demir’e göre çalışmalar pandemi sırasında bile devam etti.
Pandemi şartlarının Türk savunma sanayiini politik bazı nedenlerden çok daha az etkilediği söylenebilir. Dünya ekonomisinin küresel bir resesyona girmesi, daha fazla varlığın savunma sektöründen sağlık sektörüne kayması, müteahhitlik ve tedarik hızının yavaşlaması, Türkiye’nin savunma sektöründe üretim ve ihracatın yavaşlamasına neden olsa da sektörün çalışmalarında ve değer kapasitesinde düşüş olmadığı görülüyor.
Salgın, Türk savunma sektörü için beklenmedik bir zorluk teşkil etse de, uluslararası itibarını güçlendirme konusunda yeni fırsatlar sunabileceğine inanılıyor. Savunma şirketleri artık konvansiyonel ve alışılmış teknolojileri kullanma ve tipik savunma ürünleri imalatının ötesine geçen özgün sistemler üretmek için diğer ulusal şirketlerle ortaklıklar üzerinde çalışma şansına sahip olacak. Bu imkan küresel politik yeniden yapılanma süreci ile ahenkli şekilde devam edeceğinden Türk dış politikası ile doğru orantılı bir uyum içerisinde geliştirilmesi stratejik bir zorunluluk olarak görülüyor.
SSB Başkanı İsmail Demir’in aktardığı Türkiye’nin 2053 yılına kadar Türk savunma sanayiini yüzde 100 bağımsız hale getirmek, ihracat kapasitesini 50 milyar dolara çıkarmak ve dünyanın 100 büyük şirketi arasına en az 10 Türk savunma şirketinin yer almasını sağlamak hedef ve vizyonu proaktif dış politikasının getirdiği riski ilişkilerini doğru yönetebilmesi ile gerçekleşebilir. Bu da gittikçe daha da genişleyen askeri kapasitenin siyasi ve ekonomik olarak desteklenmesi ve küresel konjonktürün doğru okunmasını gerektirir. Dünyada artan sivil söylem-askeri eylem denkleminde savunma sektörünün yeri görülenin ötesindedir.
Tolga SAKMAN & Diplomatik İlişkiler ve Politik Araştırmalar Merkezi (Dipam) Başkanı
Bu “Analiz” yazısı C4Defence dergisi Ağustos 2021 sayısında yayınlanmıştır.
***
Özgeçmiş
Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünü bitiren Tolga SAKMAN aynı yıl Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAREN) Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Programına başladı ve “Türk Diasporası’nın Avrupa Siyasal Sistemine Katılım Süreçlerinin Analizi: Almanya, Hollanda, Belçika” konulu tezi ile mezun oldu. Hali hazırda İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora çalışmalarına Prof. Dr. Haluk ALKAN danışmanlığında yazdığı “Başkanlık Sisteminde Güvenlik Yönetimi” konulu tezi ile devam etmektedir.
2012 yılında Türk-Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) bünyesinde Uzman Yardımcısı unvanıyla başlayan görevine daha sonra Uzman ve son olarak da kurum bünyesinde kurulan Milli Savunma ve Güvenlik Enstitüsü’nde Temmuz 2018’e kadar Direktör olarak devam etmiştir. 2016 yılında Nişantaşı Üniversitesi’nde Rektörlük Koordinatörü ve Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Öğretim Elemanı olarak göreve başlayan SAKMAN Mayıs 2018’e kadar bu görevlerini sürdürmüştür. Diaspora, güvenlik ve Avrupa siyaseti konuları başta olmak üzere bugüne kadar 8 kitap/kitap bölümü ile 20 civarında bildiri çalışması hazırlamış, yurtiçi ve yurtdışında 20 civarında projede koordinasyon görevinde bulunmuştur.
[UHA Haber Ajansı, 26 Ağustos 2021]